18 Mart 2012 Pazar

Demokrasim Net Metinleri Bölüm 3

TARİH İÇİN ÇEŞİTLEMELER : 2

 

TARİHİN İLKELERİ


Tarih başlamaz ve bitmez. Evrimden tarihe ve tarihten tarihöteye ve/ya evrimöteye başkalaşır.
Tarihte değişik yerzamanlarda benzer kültürel modlar gözlenebilir. Bunların tanımlanması, değişik yerzamanlarda değişik olarak yapılabilir.
Tarihte muhakkak gözlenen kritik olgular; kent, yazı, din, ticaret, savaş olarak sayılabilir.
Tarihteki kültürel modlar; sonuncu modun bakış açısıyla, toplayıcı / avcı, çiftçi / çoban, etnik / köleci, folklorik / feodal, sanayi olarak sayılabilir. Birinci sanayileşmeden ikinci sanayileşmeye geçiş dönemi var. Toplamları sınırlı / sonlu olan, sonsuz sayıda sanayileşme modları ve/ya altmodları tanımlanabilir.
Tarihin ilk kritik göstergesi kenttir.
Tarihin şimdiye dekki en kritik göstergesi yazıdır. Uzaya gidiş, ötetarihe kapı oldu.
1945 atom bombaları ve 1957 yapay uydusu Sputnik olayları, tarihte iki kritik çatallanmadır. 500-1500 Avrupa’daki mahşerin 4 atlısı (istila, kıtlık, salgın, savaş) da çatallanma sayılabilir.
Tarihin ana akışı Avrasya'da, kontrol akışı Amerika'da vuku bulmuştur. İlk Amerikalılar'ın Asyalılar oluşu, olguyu topolojikleştirir.
Tarih, (ilk kentin kuruluşundan başlayarak) ilkede kabaca on bir bin yılı kapsar.
(Şubat 1999)



TARİHİN MANTIĞI


Tarih, mantıksal olarak modellenebilir.
Doğa bilimlerinde kullanılan sıkı örüntülü mantıklar, tarih için gevşek örüntülü-geçerlidir.
Tarihte mantıksal ölçek değişimi, mantıksal ölçüt değişimidir. Diğer bir deyişle, tarih için bütün-parça arasındaki ilinti kendi-benzer değildir.
Tarihsel öğeler açısından matıksal süreksizlik sözkonusudur.
Tarihteki öğelerin tamamına yakınlıktaki çoğu, mantıksal açıdan anlamsızdır.
Tarih denilenin tanım aralığındaki görüngüsü, informatik-kognitif açıdan çok gürültülüdür.
Tarihin mantığı asal değil, bileşiktir. O nedenle de, dilseldir; yani farklı kavramlarla farklı modellenebilir.
Tarihin mantıksal (: epistemik) ve görüngüsel bir ilk nedeni (: teolojisi) yoktur.
Tarihin mantıksal (: epistemik) ve görüngüsel bir son nedeni / sonucu (: teleolojisi) yoktur.

(3 Ocak 1995)



TARİH NE ZAMAN BAŞLAR ve BİTER?

Skolastik anlayışa göre tarih, insanın ateş yakmayı öğrenmesiyle başlatılır. Yüz yıl öncesinde, bunun günümüzden on - on beş bin yıl öncesine denk geldiği sanılıyordu. Oysa bugün; (eğer o zamanlar öyle adlandırılabilirse) insanın en az dokuz yüz bin yıldır ateş yakabildiği biliniyor. Diğer bir ölçüt de, insanın alet yapabilmesiydi. Oysa bugün, bir çok hayvanın da alet yapabildiğini biliyoruz.
Modern anlayışa göre tarih, ilk kentlerin kuruluşuyla başlar. Yüz yıl öncesinde bu, altı -yedi bin yıl öncesiydi. Oysa bugün; en az on bir bin yıl öncesi demek.
Japon Fukayama, 1990'lı yıllarda tarihin bittiğini ilan etmişti. Oysa biten yalnızca ‘Birinci Sanayileşme’ kültürel modu idi. 1945, atom bombaları atılması nedeniyle, türün kendini yok edebileceğini gösterdiği için; 1957, insanın ilk kez uzaya bir araç yollaması nedeniyle, başka bir türe dönüşebileceğini gösterdiği için,  tarihin bitişi sayılabilir.
Yazara göre; tarih henüz başlamadı ya da 1945 - 1957 çatallanması, Vehrkuhlst düzensizliğinin ilk adımı olduğu için,  tarihin başlangıcının başlangıcı oldu. 250 yıl sonrasında insanlar sıfır saat zorunlu mesai yapacakları için, 2.500 yıl sonrası uzaya kalıcı yerleşecekleri için, bunlar diğer başlangıç adımları olacak.
(Nisan 1999)

 

 

 

TARİH HE ZAMAN BAŞLAYACAK?


Tüm kürel nüfus, üniversite eğitimli olduğunda,
Tüm kürel nüfus, zorunlu sıfır mesai yaptığında,
On milyarın on milyonu uzaya yerleştiğinde veya ilk Dünya benzeri gezegen bulunduğunda (yerleşildiğinde değil),
Tüm çevre kirliliği temizlendiğinde,
Ortalama yaşam 125 yıl olduğunda,
Bir milyar robot olduğunda,
Birleşik Büyük Kuram tamamlandığında veya birşeyler ışık hızından hızlı yolculuk edebildiğinde,
Kadınlar tam insan olduğunda,
Pasaporlar ortadan kalktığında,
Dinler ortadan kalttığında,
Savaşlar bittiğinde,
Kişi başına yılda 250 kitap okunduğunda,
2250-2500 arasında veya asla…

Gerekmeyenler


Tüm hastalıkların ve özürlerin iyileştirilmesi gerekmiyor,
Deliliklerin önlenmesi gerekmiyor,
Savaşların bitmesi gerekmiyor,

‘Aporia’nın Aporetiği


Tüm bu koyutlar gönüllü-zorunluca seçilmiştir.
Bazıları birbirini değileyebilir, dışlayabilir, az veya çok çelişebilir,

(25-26 Ocak 2001)



TARİHİN SONUL YÖNELİMİ NEDİR?

İnsan türünün sonul bir amacı var mıdır?
Böyle bir amaç varsa, verilmiş değil, yaratılmış olacaktır.
Bu, din ve/ya teoloji, yani tanrı değildir.
Bu, Marksizm'de olduğu gibi, ‘beyaz ütopya’ ve/ya bir ideal durum değildir.
Bu, ayrı derecelerdeki mantıklarla, ayrı hedefler olarak tasarlanabilir.
Uzaycılık ve Evren'e gitmek de, bir hedef / amaç değildir.
Evrimöte de, bir amaç değildir.
Tarih, Evrim'in amacı değildi. Olası bir sonucuydu.
Canlılık, cansızlığın amacı değildi, olası bir sonucuydu.
Bu sorunun başka soruluş biçimleri, 'Tarih Nerede Başlar ve Biter?'de ve 'Fütürolojinin Temel İlkeleri'nde ele alındı.
İnsanlığın teolojisi ve teleolojisi yoktur.
Yeryüzünde mutlu bir insanlık, hedef olmaksızın yaratılabilir bir durumdur ama sonul olabileceği kuşkuludur.
İnsan türü, asıl sorularını, yıl 2000'den sonra, İkinci Sanayileşme süreçleri boyunca soracak.

(Mart 1999)

FÜTÜROLOJİ NEDİR, NE DEĞİLDİR?

GELECEK NEDEN KESTİRİLİR?


Anlamak için. Olmuş olanlar, olacak olanları anlayarak daha kolay anlaşılabilir.

Birileri geleceği ipotek etmesin diye: Önümüzdeki üç yüzyılın sorunu bu: Neo-informatik-kognitif faşizm: Bilgsel vakum yaratmak.

Geleceği belirlemek için kesinlikle değil.

Epistemolojik açıdan, yani elde edilmesi olanaksız bilgilere yol almak açısından, en çekici problem bu olduğu için.

Doğru çıkan veya çıkmayan kestirim yapa yapa zihin duyarlılaşır. Böylelikle incelikli düşünmeyi öğrenir.

Roma Klübü'nün izleği nedeniyle değil. Gelecek kitleyi yönetmek için kestirilmez.

Hesapları satmak için değil. Dünya Gelecek Derneği'nin yaptığı en hafif sözcükle ayıp. (ABD'de gelecek kestirimi işinin yıllık cirosu, 1998'de iki yüz milyar dolar civarındaymış.)

Şerh düşmek için. Bugünkü gelecek, ileride geçmiş olacak. Az ve öz kayıt, gelecektekilere bizim hatalarımızı yapmayabilme olanağı sağlar.

GELECEK NASIL KESTİRİLİR?


Gelecek kestirimi, belli yeranlarda belli düğüm noktası olayların kesinleşmesine yönelen belli aralıklarda kestirilir. Salınımın genliği, belirsizliğin maksimumudur. Düğüm noktaları belirsizliğin minimumudur ama mutlaka sıfıra limitlenmez.

Anlamsız göstergeler ayıklanır. Besleme ışınının (: tarih bilinçli zihin) dalga boyu (: tarihçinin duygusal / öznel tutumu) panoramayı etkiler (: belli bir renge boyar). Anlamlı göstergeler, oldukça dar (% 1 gibi)  bir örneklemeyle kullanılır.

Geleceği kestirmek, onu belirlemek değildir. Bazan yüzde yüz müdahale sıfır sonuç, bazan sıfır müdahale yüzde yüz (tam ve istenen) sonuç verir.

En basit yöntem: İstatistik kitaplarındaki veriler ve eğilimler alınır. Bir maksimum, bir orta, bir de minimum kestirim yapılır. Sonuç yüzde doksan beş kesindir. İstisna olursa, zaten denklemler değiştirilecek demektir.

Orta zor yöntem: Büyük sayılar kuramı uygulanır. Tarihte; yinelemeler, süreksizlikler, iniş çıkışlar hep vardır. Geleceğe de benzeri örneklerin simulasyonları uygulanır.

En zor durum-yöntem: Çok dar bir aralıkta çok kesin bir karar vermek. Örnek: 2. Dünya
Savaşı öncesinde (her ikisi de yanlışken) bir Yahudi'yi mi, bir marksisti mi kurtarma seçimi gibi.

İçtihatlar: Hukuktan esinlenme. Yanlış kestirim (karar / seçim) de olsa, daha önce aynısı / benzeri denendiği için örnek almak.

Geleceği kestirme eylemi, geçmişi yorumlamayı da etkiler. Zaten tarihte, aynı geçmiş ayrı biçimlerde yorumlanmıştır. Aynı gelecek de, ayrı biçimlerde yorumlanabliir ve kestirilebilir.

Örneklemeler: ('21. Yüzyıl'da Neden-Sonuç İlintileri' yazısı tümüyle bu konuya ait.)
Nisan 1999 seçimlerinde kim kazanacak? Oldukça karmaşık ilintiler içindeki makro siyasi güçlerin etkileşimi sonucunda, Apo Şubat 1999'da yakalandı. Bu kesinlikle DSP'yi birinci parti yaptı. Olaydan önce, DSP-ANAP koalisyonu derken, şimdi pekala DSP tek başına iktidar denebilir.
Devamı: 2000'de kim cumhurbaşkanı seçilecek? Sansasyonel yanıt: Rahşan Ecevit. Mantıklı yanıt: Bülent Ecevit. (Şerh: Cumhurbaşkanı seçilmek için Ecevit’in ünivedsite mezunu sayılmadığını bilmiyordum.) Açıklaması: Demirel kendi kalsın istiyor ama ordu onu  istemiyor. Demirel de, yarı zorunlu olarak, Ecevit'e şükran borcunu ödeyecek, çünkü Ecevit, pekala onu Çankaya'dan indirmeyi deneyebilirdi.
En son: Demirel, siyasete geri dönecek mi? Yaşamı yeterse ve becerebilirse kesinlikle aklında var ama gerçekleşmesi çok az olasılıklı bir plan bu.

(Şubat 1999)

11 EYLÜL 2001’İN FÜTÜROLOJİSİ

Gelecekbilim, geleceğin tarihini yazar. Geçmiş sanıldığından daha çok değişkendir, gelecek ise sanıldığından daha az muğlaktır. Geleceği bilmeye çalışmak, geçmişin biyografilerinden (ve nekrografilerinden) teşhisler yapıp, bir tür koruyucu kültürel hekimlik uygulamaktır. Kısacası: Biz bu hataları yaptık, gelecek aynı dertleri çekmesin ya da yürünebilecek alternatif yollar elde olsun.

Tarihte çok az durum, tek bir günle tarihlenebilecek denli kesin değişimler içerir. 11 Eylül 2001 bunlardan biri oldu. Olası sonuçlarının bir bölümü çabucak çok açıkça ortaya çıktı:

ABD’nin artık bir numara olmadığını, bir zamanların topraklarında güneş batmayan imparatorluğu ve bugünün sefili İngiltere gibi, anlamamakta ısrar etmesi.
Kuzey-Güney x Batı-Doğu merkezinin İsrail’den Afganistan’a kayması ve bunun aşamalı sonuçları.
Cihad-Haçlı Seferi ikileminin, onyıllara yayılabilecek bir cephe savaşı yaratması.
Bir tür global Fetret Devri.
Yeni bir Orta Çağ’a kesin giriş. Kitlenin her zamanki gibi en basit gerçekleri anlamamakta ısrar etmesi: İnkar kültü.
Yarına giden yoldaki duvarın çökmesi ama ‘yol’ diye bir şeyin de kalmaması ya da geleceğin ipotekten kurtarılmışlığı.
Asya’nın yükselen burcu: Hindistan bu durumdan yararlanamayabilir ama Çin yararlandı bile…
Anti-globalizasyon hareketlerinin  ve eylemlerinin hızlanması. İMF ve Dünya Bankası neredeyse sırtüstü düşmüş durumda. Tüm dünya muhaliflerine ortak bir dava sunuldu.
Afrikalılar için 25 yıllık bir soluklanma molası var ama bunu lehlerine kullanabilecekleri kuşkulu.
Uzun vadede Birleşmiş Milletler’in önemli dönüşümlerden geçirilmesi gerekliliği ortaya çıktı.
Güçlenen ve yeni faşist bir Avrupa Birliği. ABD ve iki dünya savaşı dahil, yeryüzünde kötü ne varsa, Avrupa ürünüdür, bu gözden kaçmasın ama aynı zamanda 20. Yüzyıl’da Avrupa tarafından gerçekleştirilen bilim, sanat ve düşün tüm tarih boyunca gerçekleştirilene eşitti, bu da gözden kaçmasın.

Bunları nasıl kestirebiliyoruz? İlkin, aslında kestirmiyoruz, daha doğrusu kestirmeye çabalmıyoruz. Bu bizi daha bilgili bir konumda tutuyor. Sonrasında, neden-sonuç dizilerini ıraksayabilen bir yayılımda tutup, onlara geçici yüzdeler atfediyoruz ve bu yüzdelemeleri belli bir aralıkta değişebilir tutuyoruz ki bunun için elimizde matematiksel yöntemler var. Sonunda, odaksamalar yapıp, kesinliğe en yakın görünen sonuçları listeliyoruz. Büyük sayılar kuramını uygulayınca, uzun vadede birçok öngörü doğrulanmıştır. Örnekse, İslam-Hristiyan çatışmasının kesin galibi hiç olmamıştır. Cephe, İspanya’dan Kamçatka’ya bir ileri gidip gelmiştir. (Daha uç bir örnek: 1500-1750 arasında 250 yıl boyunca bir tek Müslüman’ın Amerikalar’a girmesine izin verilmezken, bugün Surinam’daki Müslüman nüfus oranı % 20 olmuştur. Bu, 55 İslam Konferansı Örgütü üyesinin epeyisinin üzerinde bir orandır ama Surinam İKÖ üyesi değildir.) Şimdi de 3.000 kilometre doğuya ve 1.000 kilometre kuzeye kaymıştır ve yine kimse kesin ve sonul zafer elde edemeyecektir. İronik olan, stratejistler bunu zaten biliyorlar ve belirtiyorlar. Arada milyonlar ölmüş, aç kalmış, göçmüş, acı çekmiş ne gam…

ABD neler yapabilir?

AB’yi zayıflatmak ister, bu kesin ama bunu beceremeyecek.

Orta Asya petrol ve doğal gaz kaynaklarını, tıpkı daha önceleri Ortadoğu’da yaptığı gibi denetleyebilmek ister ama bunu becermesi ona oradakinden çok daha pahalıya patlayacak. Herşeyden önce orası eski SSCB toprakları. Ardından, Türkilik başlarda işlemese de, ileride işleyecek. Şeriat, bir yerlerde bilmem kaçıncı kez elbette geri tepecek.

ABD neyi kesinkes becerecek? Yokoluşunu çok uzun süre geciktirebilecek. Sonunun gelişini kavradıkça, daha da acımasızlaşacak. ABD’nin tüm dünyayı yok edecek miktarda nükleer silah kullanabileceğini rahatlıkla öngörebiliriz.

En geç 2250’de sonuçlandırılmışabilecek 2. Sanayileşme açısından bunlar nasıl anlamlandırılabilir? Bu olaydan sonra, önceden de zaten içine kapanık olan ABD kültürünün ve halkının iyice bilgiye, öğrenmeye, yeniliğe kapanacağı, gerçekleri görmezden gelmek isteyeceği kesin. Kendilerini özgürlük ve demokrasi kahramanı sayarken, milyonları katletmeyi görmezden gelebilenlerin, evlerinde en sevdiklerinin öldürülmesinin ertesinde, yalnızca başkalarının kanını görmek isteyecekleri kesin.

Yine de, nasıl ki ‘Challenger’ uzay mekiği kazasının ilkin uzay çalışmalarını yavaşlatması ama ardından hızlanarak gecikmelerin telafi edilmesi gibi bir sonuç ortaya koyduysa, informatik-kognitif bir toplum olma sürecinde de, bu olayın tarihçesel yayı önce gerip, ardından bırakacağını ve biriken potansiyel enerjiyle dönüşümleri hızlandırabileceğini kestirebiliriz. Okuma-yazma ve/ya üniversitelileşme oranının bundan doğrudan etkileneceğini öne sürmek zor olacaktır ama entellektüellerin gerçek bir zihinsel-kültürel meydan okuma ile yüzleştikleri kesin ve sınavda şimdiden çakmış durumdalar. Bunu elbette içlerinden birkaçı ayırsayıp, aradaki boşluğu beyniyle doldurmaya çabalayacaktır. (Bu olay, düşünürlere birden çok gelecek tasarlamanın önemini göstermiştir umarım…) Böylelikle yeni ve farklı bilgi kaynakları üretilebilir ki 2. Sanayileşme’nin en çok gereksindiği süreç budur. 1. Dünya (ya da eski Avrupa) bilimi durdu ve yalnızca iç devinim momenti (veya akışkanlık katsayısı) nedeniyle gelişimi sürüyor. ABD’nin özellikle asyalı beyinleri soğurması, tüm kültürel evrim eğilimlerini durduruyordu. Şimdi durum değişti. Deniz bitti, yeni denizler gerek.

Devamında, entellektüellerin köksüzlüğünün yeni yüzyılda kaçınılmaz olduğunun ortaya çıkması hızlandı. Entellektüeller, entelejensiyalaşıp, kendilerini illa ki bir taraf tutmak zorunda hissettiler… Öyleki ‘ne Doğulu, ne de Batılı’yım’ diyen Edward Said bile, Doğulular’ın tarafını tutmuş oldu. Bu savaş, düşünenleri içermiyor; tam tersine, düşünmekten, öğrenmekten, bilgiden, bellekten kaçanları içeriyor. Köksüz biri, geçmişe sırtını döner ve gider. Başkalarının hatalarını ödemek zorunda değildir. Köksüz, ne Müslüman’dır, ne Hristiyan…

Yolları çatallanan bir bahçedeyiz ama bir labirentte değiliz ve gordiyum düğümleri İskender gibilerince kesilerek çözülmüştür. Tarihin duvarları da genelde yıkım yoluyla geçilegeldi. (Kuşkusuz, insanlar kendilerine yeni yanılsama açmazları / duvarları inşa edeceklerdir.) Henüz doğmamışlara boş ve istedikleri gibi düzenleyebilecekleri bir gelecek bırakıyoruz. Şu anki işimiz, akvaryumdaki çöpçü balıkları gibi, yalnızca geçmişin, kültürün ve insan olmanın pisliğini temizlemekten ibarettir.

11 Eylül 2001’in fütürolojisi budur.

Dipnot: Anlaşılsın diye, sürpriz bir dipnot: Sanıldığının tersine, Holywood filmlerindeki şiddet, İkiz Kuleler’i sonuçsamadı. Tam tersine, ‘Fight Club’ (Döğüş Kulubü) ve ‘Swordfish’ (Kod Adı Kılıç Balığı) filmleri, olacak olanların gelecekten geçmişe yansımasıydı, yani neden-sonuç ilintileri görüngüsel olarak zaman tersin(ebil)ir (‘tersinmiş’ değil, öyküler / senaryolar başka yollar da içeriyordu) olarak gerçekleşti.

(21-22 Ekim 2001)

YAPAY ZEKA ÜZERİNE

 

Genel Saptamalar


İnsan türünün tamamı zekalı değildir ve/ya zekası önkoyutsal değildir. (Bir yazar bunu, ‘M.S. 1000 sonrasına kadar insan zekalı değildir’ olarak tanımlıyor. Ben de bunu ‘insan henüz zekalı değildir’ olarak tanımlarım.)

Hesap makinesi, en ilkel düzeyde olsa  bile, yapay zekaya sahiptir ve aritmetik işlemlerde insandan daha zekidir, yani daha hızlıdır ve kesindir.

Yapay zeka, tam tanımlanmamıştır ve tanımlanamaz. Yerzamanlar içinde tanımı değişecektir, değişmiştir de, değişiyordur da...

İnsan zekasının, duyu-dillere dayalı alt alanları vardır.

Yapay zekanın, makina işlevine dayalı alt alanları vardır.

İnsan zekası nicelendirilemez ama nitelendirilebilir (müzik zekası gibi). IQ ölçümü saçmadır.

Yapay zeka nicelendirilebilir.

Bu durumuyla, bilinç kavramı nitelikçe tanımsızlaşır.

Ya da yapay zekanın bilinci olamaz ve/ya tanımlanamaz.

Gödel kanıtlanamazlığı; hem insansal, hem de yapay zeka için geçerlidir.

İnsandan önce de, zeka (örnekse hayvanlarda alet yapımı) vardı.

Yapay zekadan sonra da, zeka olacak.

Hepsinin ötesinde, negatif entropi formlarının bir bölümü, ötezeka olarak tasarlanabilir.

 

Özel Saptamalar


Robotlar ve bilgisayarlar, insan zekası aracılığıyla yaratılmış yapay zekalardır.

Robotlar ve bilgisayarlar aracılığıyla yaratılacak insanlar, yapay zeka tarafından yaratılmış insan zekalarına örnek oluşturabilecek.

Siborg (: sibernetik organizma), insansal-yapay zeka melezlemesine bir örnek sayılabilecek.

Spinoza'nın 'insan düşünür' önermesi, daha çok 'çok az sayıda insan düşünür' olarak ifade edilebilir.

Genetiğin yerini kültürün almakta oluşu, insan zekanın sürdürülebilirliği açısından avantaj oluşturur.

İnsansal zeka, öğrenilebilir ama öğretilemez bir şeydir.

‘İnsan imkansızdır’ önermesi, (bu bölümdeki) dördüncü-altıncı önermelerin içeriklerinin başka bir biçimde ifadesi sayılabilir.

Zekanın insana karşın var olması, onun tüm tarih ve evrim sürecinde olduğu üzere, başkalaştırıcı ve mutasyonlaştırıcı tözsel niteliğinin sonucudur.


NÜKLEER ÇAĞIN İLK YÜZYILI SONUNDA SAPTAMALAR

1. Nükleer silahların yapım tasarımı patenti Batı Avrupa'nındır ama ilk yapan ve kullanan o kültürün artçısı ABD oldu. Avrupa kültürü, Yahudiler'in dışlanmasıyla ve iki dünya savaşı ertesinde artık sonul aşamasına geldiği için, 21. Yüzyıl'daki nükleer gelişmelerin diğer kültürler tarafından yaratılması umulabilir.
2. Nükleer savaşın kazananı olamaz. Eğer, atıkları temizlemenin sağlam bir yolu bulunursa, yitireni de olmaz.
3. ABD kullandığı iki atom bombası nedeniyle Japonya'ya manen borçlu (ilk bombayı Japonya yapsaydı, ABD'ye karşı kullanmış olacaktıysa bile). Japonya'nın bunu nasıl ödeteceği merak konusu...
4. Einstein, ABD başkanına bomba yaptırtan mektubu yazmakla, manen İsrail'in ilk cumhurbaşkanı oldu.
5. Nükleer reaktörler, silahlar denli olmasa da, çok tehlikelidir. Sayıları çok fazladır: 1993'te 422 tane. Yok oluşları, bomba denli yıkıcıdır: Bakınız : 1986 Çernobil faciası. 21. Yüzyıl'da birileri, nükleer reaktörlerin kalın koruma duvarlarını yıkmanın bir yolunu muhakkak bulacaktır.
6. Uzay yolculuklarında nükleer enerjinin kullanımı, 2050'den önce mümkün görünmüyor. Sözkonusu dönemde yeni teknolojilerin bulunması olasılığı oldukça yüksek olduğundan dolayı, nükleer enerjiyle çalışan uzay gemileri, çıkmaz sokak bir proje gibi görünüyor. Boyut dönüştürümünün ışık hızından hızlı yer değiştirme için kullanımı, iki bin beş yüz yıldan da öteye sarkacak bir olanak gibi görünüyor.
7. İnsan türünün sonunu, er geç nükleer silahlar ve/ya çevre kirlenmesi getirecek. Bu süreç bin yıl bile alabilir ama sonuç değişmez.
8. Öyle dile getirmek uygun olmasa bile, dehalar genelde faşizan oluyorlar. Nükleer enerjinin  son yüzyılda açığa çıkarılması da, ancak ve ancak böylesi dehalar aracılığıyla gerçekleşebildi. Yani; 'zeki ve faşist'.
9. Yıl 2000'de ortaya çıktı ki atom bombası sahibi olmak, Birinci Dünya ile sınırlı değildir. Olası adaylar: Brezilya, Çin, İsrail. Kesin adaylar: Hindistan, Pakistan. Ters aday: Japonya (aslında 1950'lerde bu işi becerebilirdi).
10. TC'nin bombayı istediği kesin. Bunu, İsrail aracılığıyla bilgi ve nükleer reaktör donanımıyla elde etme peşindeler.
11. Bombayı kullanmamış ama kullanabilir onlarca ülke / lider saymak mümkün (Humeyni, Kaddafi, Ziya-ül-Hak, hatta Mao).
12. Nükleer reaksiyonların doğada varolması (Afrika'da böyle bir örnek gözlenmiş), Dünya ve Güneş Sistemi içinde kullanılabilirliğine kanıt değil ve bu bir antropomorfik tutum değil.
13. Boyut yırtılması, nükleer parçalanmadan  daha büyük tehlike ama onu görecek, yani yapmaya / kullanmaya aday adayı olacak henüz hiç kimse yok (çok şükür).
(Haziran 1999)

İKİNCİ SANAYİLEŞMENİN ÖNKOYUTLARI

1. Zaman aralığı 2000-2250 (+ proto dönem: 1950-2000).
2. Mekan aralığı : Birinci Dünya (G 7)
3. Engizitör-faşist faktörler: Tüm Üçüncü Dünya (özellikle İslam Dünyası).
4. Parametreler: Bilgisayarlaşma / robotlaşma, çevre kirliliği (nükleer tehlike dahil), nüfus, bilgi, enerji, uzaycılık.
5. Kritik süreçler / zamanlar: 2025 (gıda), 2050 (enerji), 2075 (nüfus), 2100 (çevre).
6. Altkritik süreçler: Limit sıfır mesai ve hep boş zaman, kadın-erkek çelişkisi, genç-yaşlı çelişkisi, informatik / kognitif faşizmler (bunun adı ileride konacak) ki ilk / proto örnekler, 1950 -2000 arasındaki reklamlar ve medya faşizmi idi.
7. İkinci Sanayileşme, tamamlandığında Birinci Sanayileşme ile birleşik bir süreç olarak algılanacak ve temelde 'Sanayileşme' olarak adlandırılacak. Bu beş yüz yıllık dönem, tarihte üçüncü büyük nüfus artışı dalgasını tanımlayacak.
8. İkinci Sanayileşme sonrası dönem, ilkede muhakkak uzun bir duralama/boşluk içerecek.
9. İkinci Sanayileşme, ilkede tüm sanayisel üretimin otomatikleşmesi demek.
10. ‘Borsa’ denilenin, bu dönemde giderek çözülmesi gerek.
11. Paraya dayalı sistemin bir kaç kez çökmesi gerek.
12. 250 yıl içinde, global gelir dağılımı eşitsizliğinin çözülmesi gerekecek.
13. Bir çok boş zaman ideolojilerinin üretilmesi gerekecek.
14. Dinlere yönelik çözüm aranması gerek.
15. Uzaycılaşma, 250 yıl boyunca artık kendi özgün ritmini ve temposunu yaratmış olarak sürecek. Bundan böyle, uzaycılaşmanın kültürolojik süreçleri de, diğerleri için model oluşturacak.
16. 2075 nüfusunun 2250'de de kabaca aynı olması gerek ki bu kültürel duraklama nedenlerinden biri olacak.
17. Kitlesel eğitim sistemlerinin yerini, evde gönüllü yürütülen, bilgisayarlı kişisel eğitim alacak.
18. Sanıldığının tersine, kağıttan yapılma kitap ortadan kalkmayacak.
19. Yeni sanat, bilim ve düşün dalları ortaya çıkacak.
20. 2100'den önce global deha umulmuyor.
21. 2000-2050 arası % 20'lik bir zihinsel çölleşme tahmini var.
22. Temiz su temini, 21. Yüzyıl'da global nüfusun % 30'u için birincil sorun olacak.
23. Yeni toplumsal sistematikler filizlenecek ama hiçbiri 2100'den önce yerine oturmayacak.
24. İkinci Sanayileşme, sonul bir durum değil.
25. İnsan türü, somut sorunların (açlığın, uzun mesainin, vb) çözümünün yetmediğini ilk kez görecek.
26. Yeni çalışma ideolojilerinin üretilmesi gerekecek.
27. İnternet, İkinci Sanayileşme'ye informatik / kognitif olarak dayanamayacak ve yeni / başka bir şeye dönüşecek.
28. Bilgisayar ve elektronik iletişim krizleri yaşanacak. İnsanlar, en temel yöntemleri unutmamayı öğrenecek.
29. Az bir olasılık; tüm dünyadan seçilmiş, milyonda birlik bir seçkin / eğitimli grup, çok uzun süreli (limit elli yıl) beyin fırtınası deneyiyle, yepyeni bir gelecek tasarlayabilir.
30. 250 yıl için genelde; krizler % 25, duralamalar % 60, ilerlemeler % 15 ağırlıklı olacak gibi...
31. Yirmibirinci Yüzyıl'da bir-üç kez, çok dar yerzaman tanımlı olmak üzere, belirsizliğin sıfıra limitlendiği koşullar gerçekleşebilir. Onları saptayıp yorumlayabilecek kişiler, şu anda yeryüzünde mevcut değil. Bu, yenilerin olmayacağı anlamına gelmez.
32. Genelde, savaşlar ve felaketler dahil olmak üzere, 21. Yüzyıl'da tarihe sıfır müdahale gerek. Çünkü, 20. Yüzyıl'da müdahalelerin zemberekleri yeni yüzyıla taşındı, potansiyellerin çözülmesi gerek.
33. Sinemanın ve dansın, öncü yol alan kapalı bilinç iç gözü (veya irrasyonalitesi), tarihsel seyirde işlevsel olacak. Eski tür akılcılık iflas etti. Yeni bir akılcılığın üretimi, en az 25 yıl alır.
34. Böylesi bir kavramsal çerçeve, bir çok felaketi öngörebileceği gibi, sezgiyle onlardan sıyrılmayı da sağlayabilir.
35. Nasıl Birinci Sanayileşme, yalnızca bin sözcükle formüle edilebiliyorsa; İkinci Sanayileşme de, tamamlanmadan önce bile, aynı biçimde bin sözcükle formüle edilebilir.
36. Her şey tamamlandığında, yalnızca 'Sanayileşme' olarak tanımlanacak olana eklenecek olan, Üçüncü ve N'inci adımlar da, böylelikle tasarlanabilir / formüle edilebilir kılınacaktır.

(Şubat-Mart 1999)

BİRİNCİ SANAYİLEŞMENİN ARTKOYUTLARI : 1

1. Temel ikilem karşısavı olarak tanımlanmış bulunan emek-sermaye karşıtlığı değillendi. Bu değillenme; kategorilerin tanımlarının değişmesi, karşıt öğelerin tanımlarının değişmesi, karşıtlığın tanımının değişmesi, genelde tüm karşıtlıkların fiilen ayırtsızlaşması olarak gerçekleşti.
2. Marksizmin proleterya diktatörlüğü, zorunlu devrim, ütopya kavramları fiilen değillendi.
2.1. Henry Le Febvre, George Sorel (mekanik gerekircilik) ve Rosa Luxemburg (bürokratik faşizm) öngörüleriyle marksizmi kurtarabilirdi ama kimse onları dinlemedi.
3. Kapitalizm, faşizmin ötesini bile başardı. Geleceği yok etti. Aksiyolojik vakum yarattı (burjuvazinin ölümcül ayırtsızlığı).
4. Üretim biçimlerinin, tarihin tüm dönemlerinde olduğunca, ideolojik değil, teknolojik bir sorun olduğu bir kez daha kanıtlandı.
4.1. Sanayileşmenin kapitalist ve sosyalist yollarının, aynı çevre kirliği ve kaynak tüketimi yarattığı ortaya çıktı.
5. İkisinin de dayandığı Malthus varsayımı, ünlü eserinden yalnızca kırk yıl sonra, Verlhurst tarafından tersi kanıtlandığı halde, her ikisi de hala ona dayanıyor.
6. Sorun üretimde değil, dağıtımda.
6.1. Yeterli üretim (ve/ya yeterli tüketim), yeterli doyum demek değil.
7. Güney için hiç bir şey farketmiyor.
8. Rusya'yı ve Çin'i devrim olabilirliği açısından kimse hesaba katmadı.
9. Nasıl ki Birinci Sanayileşme'nin ön belirtileri, feodal Orta Çağ'da ortaya çıktıysa, İkinci Sanayileşme'nin ilk belirtileri de, Birinci Sanayileşme tamamlanmadan ortaya çıktı.
10. Sonul baş kapitalist ABD, yıl 2000'de dünya egemeni değil.
11. Din, tüm Birinci Sanayileşme boyunca, çok etkin bir süreçti.
12. Global standartlaşmanın, özellikle eğitim alanındaki göstergelerle, insanistan yaratmayacağı ortaya çıktı.
13. Batı Avrupa kültürünün tasfiyesi gerek. Yeryüzünde; emperyalizm, koloniyalizm, faşizm ve engizisyonun hepsini de yaratan tek kültür onlarınki... (Dolayısıyla AB'ye hayır.)
14. Birinci Sanayileşme, başında, ortasında ve sonunda bambaşka anlamlar taşıdı. Başta doğayı yenmekti, ortada zenginlikti, sonunda (‘rantiyelik’ ve ‘sömürü’ demek olmayan) tümüyle boş zaman mucizesi oldu.
15. Afrika, köleciliğin üzerine gelen 500 yıllık dönemin ardında, Birinci Dünya'nın bir kaç yüzyıl gerisine düştü. Avrupa, bunu ödemeli.

(1 / 1999)

BİRİNCİ SANAYİLEŞMENİN ARTKOYUTLARI : 2

Birinci Sanayileşme, 21. Yüzyıl’ın 4 olası krizine (gıda, enerji, çevre ve nüfus) henüz hiç bir yanıt, hatta yalnızca eğilim bile üretmiş durumda değil. O nedenle, tüm ardılları gibi, bilançosu negatif ve 21. Yüzyıl bu krizleri zorunlu olarak yaşayacak. Ancak belki 22. Yüzyıl’a ertelenebilirler.
Sanayileşmenin bir teleoloji omadığı kanıtlandı. 23. Yüzyıl’da hala sanayileşmemiş bir çok toplum kültürel çözümler üretecek.
Çin, herkesten geç başlayıp herkesten önce bitirebilmenin ilginç bir örneği olarak tarihe geçti, geçiyor ve geçecek.
Hindistan, asla başlayamamanın ilginç bir örneği olarak tarihe geçti.
İkinci Sanayileşme tam anlamıyla globalleşmeden önce bile, tarım-sanayi-hizmet istihdam dağılımı değillendi.
Birinci Sanayileşme, % 100 okuryazarlık hedefledi. % 60’ı becerdi ve bu aşırı standart eğitim sistemlerinin fiyaskosu oldu. (Ancak, eğitim aracılığıyla 0-18 yaş arasındaki çocuklara, üretim ilişkilerinden muaflığı resmen tanıması büyük bir başarıydı.)
Birinci Sanayileşme, nasıl yaşanılacağına ilişkin hiç bir geçerli çözüm üretemedi, özellikle emekliler / yaşlılar için… (Nasıl ölüneceğine de…)
Sanayi ürünlerinin tarım ürünlerinden pahalı olması, yalnızca koyutsaldı. Örnekse, öyle sanayi ürünleri öyle ucuza satılabildi ki neredeyse bedavaydı, bir dolardan ucuza elektronik saat gibi. (Elektronik saatsız yaşayabilirsiniz ama ekmeksiz yaşayamazsınız.)
‘Hizmet’in tanımı, hala açıkseçik yapılabilmiş değil.
Neyin üretim olduğu da….
Neyin ‘beden emeği’, neyin ‘zihin emeği’ olduğu da… (Dolayısıyla, tümüyle zihin emeği ağırlıklı üretim demek olan İkinci Sanayileşme için tanım boşluğu kalmış oldu.)
Ailedeki kadın emeğinin ücretinin resmen ödendiği ilk ekonomik sistem Birinci Sanayileşme’ninki oldu. Bu da, kadınlara oy hakkından feminizme dek uzanan toplumsal ve kültürel süreçler dizisi demek oldu. Nüfusun yarısı demek olan kadınlara özgürlüğü veren ilk sistem de bu oldu.

(Eylül 2000)

2000’den 2100’e YOL MANİFESTOSU

Negasyonlar


İnsanlık yok.
Nüfus artışı yok.
Ulus-ülke yok.
Milliyetçilik yok.
Din (= Cemaat) yok.
Batıl inanç yok.
Irk yok.
Etni yok.
Ana dil yok.
Din yok.
Mistisizm yok.
Parapsikoloji yok.
Büyü yok. Fal yok. Burç yok.
Buradaki anlamıyla, metafizik yok.
Standart biyografi yok.
Evlilik yok. Aşk yok. Çocuk yok.
Çocukluk-yaşlılık yok (beş yaşında bilinç ve asla bilinçsizleşmeme).
Zorunlu askerlik yok.
Mülk yok.
Mesai ve meslek yok (bir kaç çözüm (kendi işin, vb) ve bir çok çözümsüzlük (emekliliksizlik, vb) var).
Resmi eğitim yok.
Hukuk yok.
Siyaset yok (= oy vermeme). Pakt, blok, vb yok.
Ekonomi yok.
Faşizm yok.
Kapitalizm yok.
Marksizm yok.
Globalizm ve 1. - 7. Dünya dizisi yok.
Psikoloji yok.
Kimlik (= roller + statüler) yok.
Devlet yok (ikametsizlik, nüfusta sayılmama, vergi vermeme,vb).
İktidar seçkinleri yok (an-an-arkik manifesto).
Entelejensiya yok, hatta entellektüel de yok sayılır (iktidar seçkinleri + kimlik).
Kitle yok.
Uyuşturucu yok.
Sigara yok.
Kalıcı çözüm (herhangi bir derde) yok.
Tarihe sert müdahale yok.
Vaad yok. Sözleşme yok. Ütopya yok.

Varlar (: Ontik)

Astandart nekrografi var.
İnziva var (her çeşidi : sürgün, ricat, hapis, vb).
Delilik var.
İntihar var.
Savaş ve şiddet var.
Kadın var (kategori olarak).
Cinsellik var.
İnsan hakları var.
Kültür var.
Ahlak (: kendi yarattığın) var.
Fütüroloji var (ama kehanet değil).
Sibernetik kültüroloji var.
Bilim (özellikle tıp) var.
Sanat var.
Düşün var.
Çok az duygu var.
Az davranış-eylem var.
Bilgisayarlar var.
Kitaplar var (yok olacakları sanılsa da). Kütüphaneler var (kağıtsal ve dijital formlarda).
Ticaret var.
Tarım var.
Sanayi var.
Tarih var.
Tarihöte var.
Evrim var.
Evrimöte var.
Uzay(-cılık) var.
Küsurat var.
Mayalanma dönemi var (belki de yüzyıl sürecek).
Ara sentezcikler var.
Çok çok soru kipi var.
Yeni fetret devirleri var.
Gıda krizi var (2050 civarı).
Enerji krizi var (2025 civarı)
Çokça durağanlık var.
Bekleyiş var (ama Godot türü değil).
Kültürel koruyucu hekimlik var.
Doğum denetimi var.
Ne yazık ki geçmiş kültürel modlar ve yeni görüngüleri var.
Özgürlük var.
Köksüzlük var.
‘Ma’ (+ boşluk) var.
Yolculuk var (her iki anlamıyla da).
Başkalaşım var.
Gönüllü zorunluluk var.

Süreçler

Düşünme başkalaşımları.
Yaşamın evreleri (Piaget’vari).
Ölümü öğrenme.
Ölümsüzlüğü öğrenme.
Sonsuz yok oluş.
Nefs terbiyesi (mümkünse katli).
Kaotik tüm süreçler (bilinenler ve bilinmeyenler).
Ayrılma (: disengagement) + çözülme + kopma.
Bedensel, zihinsel ve kültürel yolculuklar (kendini veya Dünya’yı keşif için değil de, arınma / boşalma için).
Güney / Doğu Asya iç metafiziklerinin zihinsel kullanımları.
Her tür (zihinsel, kültürel, vb) sentezleme ve alaşımlama deneysellikleri.

Sonuçlar


Herhangi biri tarafından…
Herhangi bir yoldan…
Herhangi bir yerde ve zamanda…

        bulunabilir. Ve/ya

Hiç kimsenin gözüne çarpmayabilir veya aklına gelmeyebilir. Bu, sonuçların varlığını değillemez.
Bir çok biçimde dile getirilebilir (bakınız : şerhler).
Kendilerini saklayabilir bir pozitif entropiye sahip olabilirler.
İstenilen biçimde kullanılabilirler.

Ve 2100’de de


Tarih bitmemiş, hatta ancak azıcık başlatılabilmiş olacak.
2. Sanayileşme’nin sonuçlandırılmışlığı, çok çok düşük bir olasılık.
Uzaycılık hala sorunsal olacak.
Ortalama yaşamın hala uzatılması gerekecek (diyelim 100’den 200’e).
Nüfus sorun olacak (bu kez azlığı ve/ya sabitliği nedeniyle).
Çevre kirliliğinin bazı izleri duracak.
İnsanlar, hala müreffeh yaşamanın hiçbirşey çözmediğini (150 küsur yıllık deneyime karşın) öğrenememiş olacak.
Çözümleri, hala çok az insan algılayabilir, ondan daha da azı kullanabilir olacak.
Az bir olasılık, ‘21. Yüzyıl = 0’ (pratikte) olabilecek.
Yol’un 2000 menzili, 2100’de de 2250 olacak. (Tarih, o zaman tam başlamış sayılabilir.)

Şerhler


İşbu çizelge, isteyen herkesin kullanımına açıktır.
Eklemeler ve (istisna da olsa) çıkarmalar yapılabilir.
Başka bir yazar, bunları başka bir biçimde dile getirebilir (farklı söylemler).
2100’de bunlar tümden reddedilebilir (söylem-değiller).
İstisnalar, mutantlar, katırlar söylem dışıdır.
İşbu çizelgenin güvenilirlik oranı % 99’dan büyüktür. (Kasım 1999)

FÜTÜROLOJİNİN SİYASALBİLİMİ

Gelecekbilimsel bir çok edim siyasaldır.
Fütüroloji iktisatsaldır da… 5 yıllık kalkınma planlarının 1960-1990 arasındaki 30 yıllık kestirimleri okunduğunda bunu görürüz. Onlar da herşey yazılıdır: Kentlerin büyüyeceği, gelir dağılımının bozulacağı, tarım üretimimin azalabileceği… Hepsi de gerçekleşmiştir. Ha, orada darbelerden söz etmez ama bunlar olunca, genelde dünyanın her ülkesinde darbe oluyor.
Fütürolojinin hala en verimli olarak kullanılabileceği alanlardan biri, önümüzdeki 30 yıllık üniversite bölümleri açılması ve kapatılması planlamasıdır. Türkiye’nin yeniden devlet eliyle (10.000 tane bilişimci) öğrenciyi yurtdışında eğitime yollaması gerekiyor.
Fütürüloji ne yazık ki yönetmek için de kullanılır. Geleceği belirlemek, insanları köleleştirmenin en emin yollarından birisidir. O nedenle, tarihe limit sıfır müdahelesizlik bir panzehir olarak sunuluyor ki bu faşizme karşı faşizm şiddetine yol açabilir.
Fütüroloji, gerçeği ipotek altına almak faşizmidir de… 1950’lerde ilk tomurcuklarını açan İkinci Sanayileşme’nin, yani bilgi toplum dönüşümünün şimdiden yönetilmesi için, propaganda, ajitasyon, provokasyon, reklamlar, halkla ilişkiler yaratılmıştır. Bilimkurgu yazarlarının bir bölümü konu seçmede devlet tarafından yönlendirilmiştir ki zaten bazıları danışman olarak devlet hizmetinde çalışıyor durumda idi.
ABD’de özel sektörün fütürolojiye bir yılda harcadığı para 2000’de 40 milyar dolar imiş. (Buna RAND ve CİA türü kurumların harcamaları dahil değil.) Bu kadar para hayrına harcanmaz. Örnekse, daha 1920’de ABD’nin dahil olduğu düşman kuvvetleri İstanbul’u işgal etmiş iken, ABD devleti Türkiye’nin film pazarı olarak değerinin araştırılması için talimat vermiş. Böylelikle bugün yılda milyonlarca dolar embesil formatı filmler seyretmeye harcanıyor. (ABD’nin yeni Türkiye devletini ancak 1927’de tanımış olduğunu anımsatmak durumun ironisini vurgular.)
Türkiye’den ilginç bir örnek: Daha 1970’te siyasalbilimciler trafik kazalarını bir salgın hastalık türü olarak nitelendirmiş. Eğer, bu gelecekbilimsel kestirim uygulanabilseydi, 30 yılda 300.000 kişiyi gömmezdik.
Yine ilginç bir örnek: Eğer devlet kendi savcılarına hazırlattığı 1981 tarihli PKK iddianamesini dikkate alıp önlemler alsaydı, 40.000 ölü ve 100 milyar dolar kayıp olmazdı. Keza, Özal’ın ‘bir koyup üç alma’ cehaleti ‘üçün birini alma’ya dönüşmezdi.
O nedenle haydi iş başına: 2025-2050 olasılıklı sosyal demokrat bir Türkiye için siyasete…

(Mayıs-Haziran 2002)


VE YESENİN VE MAYAKOVSKİ VE NAZIM

“yeni bir şey değil ölmek
yeni bir şey de değil yaşamak”
“ölmek kolay bir iş
zor olan yeni bir hayata başlamak”
“kavaklar pamuklayınca
kiraz gelir ardından
görmüyor üstad baharın geldiğin
ölüme ibadeti bundandır”
Sırasıyla Yesenin, Mayakovski ve Nazım… Serbest vezin yeğlendi. Asılları farklı olabilir. Nazım’ı bile tercüme ettim aslında…
Yesenin intihar etti. Mayakovski şiir yazdı. Mayakovski intihar etti. Nazım şiir yazdı. Nazım intihar etmedi. Yaşadı. Ölmekten beter durumlar yaşadı. O da öldü. Herkes gibi…
Devrimler, karşı devrimler, reformlar… Toplumsal dönüşümlerde şairler, diğer bireylerden daha çok uçlara savruluyor. Kafka’nın deyimiyle çıplak derililer, faşizmleri ve engizisyonları gerçekleşmeden çok önce yaşıyorlar. Kafka’nın toplama kamplarını yaşadığı gibi… Yesenin’in ve Mayakovski’nin Stalin faşizmini önceden yaşadığı gibi… Nazım’ın 2 kez TKP eliyle yirmi küsur yıl hapise itelendiği gibi (bakınız ‘Eski Tüfeklerin Sonbaharı, Emin Karaca’)…
Sıradan insanlar, sıradışı olanlardan korkarlar, nefret ederler, tiksinirler… Nazım’ın deyimiyle onlar ‘hakir, zalim ve korkak’tırlar zaten… O nedenle onları asıp, darağacının dibinde ağlarlar. Timsah gözyaşları gibi bir şey anlayacağınız…
Nedense intihar yoluyla ölüm daha çok ayrallara, sanatçılara, entellektüellere düşüyor. Eh, zamanlar çook değişti. Türkiye 2001’de kitle topluca intihar ediyor. Bıçak sırtında amok koşan bir beyin olarak, onların yerine kendimi feda etmek yerine, onları mezbahaya yollamaktan accaip keyif alacağım. Sorun, ne kemiklerinden tutkal, ne de yağlarından sabun yapılamayacağı, çünkü çook diskalafiye (: niteliksiz) durumdalar. Moloz olarak tarihin uçurumlarını doldururlar o zaman…
Evet, çıkış kapısı babında bir şiir de benden:

“yeni bir şey değil ihanet
yeni bir şey de değil gönüllü koyunsal intihar
ama olabilir mi yepyeni bir şey
eksi sonsuz yokoluşla
Türkçe ‘ma’ yazmak?”

(29 Mayıs 2001)

NADİRE MATER İÇİN

Nadire Hanım, bu size açık ve canlı yayın bir mektuptur. Yanlış kişilerce yaratılmış, yanlış suçlamalara maruz kaldınız. Bu bir medyatörik manipülasyondu. Durumun açıklığa kavuşması uygundur. O nedenle bir saçılım denendi.
‘Ateş Altında’ filmini anımsayın: Foto muhabirinin çektiği resimleri çalıp, gerillaları avlattıran editörün aynı gruptan gerillalarca kurşuna dizilmeden önce, foto muhabirine söylediğini: ‘Ben giderim, yerime başka birisi gelir.’ (Bu film, Reagan’a seçim kazandırmıştı.)
Stanley Kubrick’in ‘Full Metal Jacket’ filmini anımsayın: Savaş muhabiri, silah kullanmak ve insan öldürmek durumunda kalır.
Peter Weir’ın ‘Yaşamımızın En güzel Yılı’ filmini anımsayın: Vietnam Savaşı sırasında çevre ülkelerde konuşlanmış tüm Birinci Dünyalı savaş muhabirleri kendi ülkelerinin veya başka bir ülkenin ajanıdır.
Peter Arnett’i anımsayın (ki hani sizin duruşmanıza da gelmişti), ‘Savaş Alanından Canlı Yayın’ kitabında ‘CİA için çalışmamış ABD taşra muhabiri yoktur’ der ve kendi durumunu belirsiz bırakır. Biz de onun nasıl olup da, Körfez Savaşı sırasında Bağdat’ta bulunan biricik batılı gazeteci olduğunu anlayamayız.
Yalçın Küçük’ü anımsayın: Sizin durumunuza düşünce şunu demişti: ‘Bütün Amerikalılar kötü değildir.’
Sedat Simavi’yi anımsayın: ‘Kalemini satacağına kır’ diyenin çocukları neleri neye sattı?
Uğur Mumcu’yu anımsayın: Aydın Doğan’ı Abdi İpekçi’yi vurdurtmakla ima yoluyla itham edip, yıllar sonra onun gazetesinde çalışmıştı ki orada ölenin o olduğuna hala kani değilim.
Cüneyt Arcayürek’i anımsayın: Uğur Mumcu öldürülünce, acilen Cumhuriyet’ten istifa edip, o zaman cumhurbaşkanı olan Demirel’in danışmanı olmuştu. Şimdilerde Cumhuriyet’e geri dönmüş durumda ve utanmadan Demirel’i eleştiriyor.
Çetin Emeç’i anımsayın: ‘Bülent Ersoy’un şeyi’ asparagasından, siyasi faili meçhul kurban durumuna terfi etmişti ki kızı medyatör Reha Muhtar’la birlikte olup babasının kemiklerini mezarda sızlatmıştı.
Ertuğrul Kürkçü’yü anımsayın: Hem masum insanları öldürmüş, hem tek sağ kalan olup itham altında kalmış, hem de Deniz’lerin asılma sürecini hızlandırmış biriyle birlikte bu projeyi hazırladınız.
Mehmet Barlas’ı anımsayın, ‘68’in hızlı solculuğundan Özalcı ’83 liboşluğundan, ‘98 erken emekliliğine ve bir köşeye atılmışlığa ‘u’ ve ‘o’ dönüş yapmış birini…
1999 yazında Ege TV’ye çıkan, Güneydoğu gazisi (iki bacaksız) İzmir yakışıklısını anımsayın. Kendini hala asker sayıyordu (sanıyordu değil). Pişman değildi ama değerbilmezliğe karşı çok hoşnutsuzdu.
Evet, artık sormak zamanı hanımefendi:
Sizin bu spektrumdaki yeriniz ne? (Hiçbir beyanınız aleyhinize kanıt olarak kullanılmayacaktır.)
Bir kaç çıkış sorusu daha:
Hiç silah kullandınız mı? Hiç insan öldürdünüz mü? Bunu becerebileceğinizi düşünür müsünüz? Hiç askerlik yapmayı düşündünüz mü? (Unutmayın, artık ordumuzda kadın general var.) Hiç savaş alanı gördünüz mü? (Örnekse, önümüzdeki yıllarda, sürecek olan düşük yoğunluklu iç savaş alanlarında bulunmayı düşünür müsünüz?)
Son soru:
‘Mehmedin Kitabı’ için hiç pişmanlık duydunuz mu?
Saygılar…

(25 Temmuz 2001)


ÇÖLAŞAN – ‘68’LİLER SEMBİYÖZÜ

Yalçın Küçük, 11 Şubat 2001’de Aydılık dergisinde, Nadire Mater’in ‘Mehmedin Kitabı’nı yazmak için, CİA destekli bir vakıftan parasal kaynak sağladığını yazdı. (Aynı Küçük, 15 yıl önce aynı davranışı sergilemiş ve kendisine Aydınlıkçılar’ca sorulunca da ‘bütün Amerikalılar kötü değildir’ demişti.) Aradan 5 buçuk ay geçti. Yaz ortası gündemsizliğe ilaç niyetine, yeni milliyetçimiz Emin Çölaşan, konuya mal bulmuş Mağrıbi gibi daldı. Abarttıkça abarttı. Sonunda, eğer rivayet doğruysa, Basın Konseyi devreye girdi. (Daha önceki durumlarda akılları neredeyse…)
31 Temmuz tarihli Milliyet’te ‘68’liler Vakfı’nın  Çölaşan’a yolladığı bir mektup yayınlandı.
Bıçak sırtı konular şuydu:
Kürkçü ve Mater ‘solcu’ değildir.
‘Solculuk’ ve ‘ulusalcılık’ bağdaşır.
‘68’liler Atatürkçü’dür.
‘Dönek’lerle asıl ‘68’lileri karıştırmamak gerekir. ‘68’liler hala ilericidir.
Külliyen yalan. Böyle bir adama yalakalık yapmak için, ne olmak gerekir bilemiyorum. Adam, şövenistçe gerçek olayları yok sayıyor. Herkesi karalıyor. Muhbirlik yapıyor. Militarizm bayrağını açıyor. Yeni siyasal kumpası kanırtmaya debeleniyor. Böyle olmaz. Bırakın onu, Demirel bile: Ordu, PKK ile savaşta başarısızdı, demiştir. Bunu belgelemek herkesin hakkıdır.

(31 Temmuz 2001)

KÖSTEBEK İNSANLAR

Künye: Köstebek İnsanlar : New York Metrosunun Altında Yaşam, Jennifer Toth, çeviren: Can Polat, Aykırı Yayınlar, Eylül 2001, 268 sayfa.
Gençliğimizde de benzer konulu bir kitap vardı: On Tatlı Serseri (Sander Yayınları, 1977). New York’ta hiçbir iş yapmadan yaşayan insanları anlatıyordu. Bulunmaz fırsatlar ülkesinin bir de bu yüzü olduğunu erken öğrenmiştik. Zaman geçtikçe eklenen bilgiler, beni ABD’ye karşı nefretinden, öfkesinden, tiksintissinden öğüren biri durumuna getirdi.
250 yıllık kapitalizm tarihi, on milyonlarca kişi için yalnız ve yalnız açlık, sefillik, evsizlik, dışlanma ve aşağılanma demek oldu. Bugün ABD nüfusunun onda üçü benzeri konumda. Londra’nın on milyonluk nüfusunun üçte biri karakafa ve işşiz, göçmen, alkolik, vb durumda…
Bu kadar girizgah yeter.
Kitabın önemli saptamaları:
New York’ta metroda kitlesel olarak yaşamak 1980’lerde başladı, 1990’larda patlama yaşandı. Sistem-düzen onları yok sayıyor. Bu nedenle şanslılar, tasfiye (: liquidization) olasılığı yok.
Köstebek insanların ortalama ömrü 45 yıl. Her tür suç, günün 24 saatı bir yaşama biçimi durumunda.
Çoğu aslında olağan kişilerken; iflas, işsizlik, boşanma, gayrımeşru çocuk, vb nedenlerle, bu duruma düşen kişiler ve başlangıçta başlarına gelene inanamamışlar.
Köstebeklerin durumu, lümpen proleteryadan ve Hugo’nun sefillerinden daha aşağıda.
Bukowski’nin deyişiyle; bazıları, burada köstebek insanlar içinki barış koşulları; diğerleri, yani borsacılar ve benzerleri içinki savaş koşullarından daha ağırdır. Azınlıkta kaldıkları ve istisna oldukları da koskoca bir yalandır.
Köstebeklerden daha kötüleri de var ama onlar bunu bilmiyorlar: Ağır özürlüler.
Levi Strauss yanıldı: Antropolog ve inceleme nesnesi-öznesi kabileden seçilmiş bir kişi karşılıklı değişir. Bir: Kültürlerarası etkileşim (melezlemeler gibi) çoğunluk olumsuz sonuçlar doğurur. Yani: Maxwell’in kedisi gibi, öldürmeden sağ olup olmadığını anlayamazsınız. İki: İletişim için önce ortak bir arayüz-konsensüs dil gerekir. Kurulsun diye, iki taraf da birbirini beklediği için, kimse kimseyi dinlemez.
Çıkış: İkiz Kuleler faciasında onlarca köstebek insan da öldü. Binlerce sayfalık haberler içinde, haklarında bir tek satır çıktı mı?
İşte o nedenle, devrim bitmedi, gökdelenlerdeki gökyüzüne yakın borsacılar masum siviller filan değillerdi (köstebeklerin kanını içen keneler ve tenyalardı) ve cehennemi boyladılar, gerçek ve bu yeryüzündeki cehenneme yakın sefiller ise ölerek kurtuldular.
Amin…
(26 Eylül 2001)
ESTETİK ve POLİTİKA : 1

Bu metinler dizisi, aşağıda künyesi belirtilen kaynak kitaba dayandırılacaktır. (İstanbul’daki okurlar, Haziran 2002 ayı itibarıyla basımı olmayan bu kitabı, Kabalcı Beşiktaş’tan temin edebilirler.)

Künye:

Eleştiri Yayınevi, Eylül 1985, derleyenler ve sunanlar: Perry Anderson, Rodney Livingstone Francis Mulhern ve Frederick Jameson, çevirenler: Ünsal Oskay ve Taciser Belge, yazanlar: Ernst Bloch, Georg Lukacs, Bertolt Brecht, Walter Benjamin ve Theodor Adorno, 328 sayfa.

Giriş:

Estetik eleştiridir. Eleştiri, kültürün üstyapı kurumlarının, sanatın, bilimin ve düşünün ve ürünlerinin kültürolojisidir. (Biz burada temelde sanat ürünlerini eleştireceğiz.) Estetik sanatın matematiğidir. Estetik sanatın kültürolojisidir. Estetik kesinkes güzelin bilimi değildir.

Estetik, sanatçının biyografisini olsun, eserlerini olsun, içinde yer aldıkları tarihçeyle ilintilendirir. Anlamlı ve anlamsız göstergeleri toparlar ve ayıklar. Karşılıklı neden-sonuç ilintelerini arar, derler ve dizgeler.

Estetik, Birinci Sanayileşme kültür modunun ürünüdür. O nedenle, İkinci Sanayileşme boyunca başkalaştırılacaktır. 20. Yüzyıl’ın en önemli estetikçileri marksist dünya görüşüne bağlıydılar. Marksist olduğunu sandıkları ama aslında burjuva gerçekçisi kalan bir ideolojiyle sınırlandılar. 1989 çözülmesi ve 2001 çöküşü ertesi, ortaya çıkan olumsuz ayırtsızlık karşısında, yeni tanımlamalar arayışı doğmuştur (ki bu metinler dizisi o gereksinimin dürtüsüyle yazıldılar).

Estetik, sanat ürünlerinde ne va nasılı irdeler. Biçim-içerik, kaplam-kapsam, kültür-zihin düalizmi söylem düzlemlerinde seyreder (ki aşkın ötelemeler onu dönüştürecektir).

Estetik siyasaldır da... Yöneten-yönetilen düalizmini en açıkseçik açımlayabilen bilgisel kategorilerdern birisidir. Holywood filmleri ve milyon kişilik konserler olmaksızın ABD dünyayı nasıl yönetebilir ki?

Bu bir girişti. Bundan sonraki iki metin örnek olacak.
(5 Haziran 2002)

ESTETİK ve POLİTİKA : 2

CONAN ve POLİTİK METAFOR


ÖNBİLGİLER I.-II.


I.

(Buradaki bilgiler; Conan çizgi romanını yayınlarken, Alfa Yayınları’nın ek olarak verdiği, 1993 tarihli, ‘Conan’ın Dünyası’ adlı broşürden alınmıştır.)
Conan: Soyunun en güçlülerinden bile üstün bir beden gücüne ve savaş ustalığına sahipti. 15 yaşındayken, 1.95 boyunda ve 82 kilo ağırlığındaydı. Çağının bütün silahlarını ustalıkla kullanmayı öğrendi. 30’u civarında kral oldu. Yaşlılığında batıdan gelen gizemli bir çağrıya uyarak, tacı oğlu Conn’a bırakıp ülkesini terketti. Bir daha kendisinden haber alınamadı.
Kraliyet ailesi: Kraliçe Zenobia, Prens Conn, Prenses Radegund, Prens Taurus.

II.


(Buradaki bilgiler, Fantasy Encyclopedia’nın ‘Conan’ maddesinin özet çevirisidir.)
Conan çizgiroman formatında ‘Barbar Conan’ adıyla ilk kez 1970’te, Barry Windsor-Smith tarafından çizilmiş ve Marvel’in önde gelen yazarı Roy Thomas tarafından yazılmış olarak çıktı. Yeni öyküler ve (Conan’ın yaratıcısı) Robert E. Howard uyarlamaları ile devam etti. Sonradan Windsor-Smith’in yerini, John Buscema ve Ernie Chan aldı.
Diziler, sonradan Conan’ın Kılıcı, Kral Conan, Muhrip Conan başlıklarıyla da sürdürüldü.

GİRİZGAHLAR : 1 - 3

 

1. GİRİŞ


Conan çizgiromanı, Türkiye’de 1982  - 1997 tarihleri arasında 725 nüsha olarak yayınlandı. Temel format, 96 sayfalık normal kitap boyuydu. Renkli diziler de oldu ama genelde siyahbeyazdı. Ders kitabı boyutunda grafik dizi, 200 sayı civarında yayınlandı. Maceralar bir nüshada başlayıp bitebildiği gibi, birden çok sayı da sürebildi. (Ele alınacak öykünün hacmi, (birim başına 20-25 sayfa x 35 bölüm =) 800 sayfa gibi, kendi çapında bir rekor içeriyor.) Öykü yazarları ve çizerler, birden çok kişi olageldi. ABD türü çizgiromandaki anlayış işçiliği; yazılama, karakalemleme, mürekkepleme ve öyküleme olarak bölmüş. Editör de, genel toplarlayıcı işlevi görmüş.

2. CONAN TİPİ


Conan, savaşçı bir barbardır. Yemeyi, içmeyi ve sevişmeyi sever. Dini ve felsefeyi sevmez. Bu açıdan tam bir aksiyon adamıdır ve o nedenle de çokça Yanki pragmatizmi ve emperyalizmi ile özdeşleştirilir. Ancak Conan, kendine göre ahlaklıdır. Hırsızlık yapsa bile, bunu aç olduğu için yapar. İhanet gibi davranışlardan nefret eder.
Conan, hayali ülke Kimmerya’lıdır. Diğer bir çok ad gibi, bu da mitolojiden alınmıştır. Tarihte gerçek Kimmeryalılar vardı ve M.Ö. birinci binli yıllarda bugünkü Kuzeydoğu Anadolu’da yaşayan göçer bir halktılar.

 

3. CONAN ve SENAN ÖYKÜSÜ


Conan’ın iri bedenine ve barbar yöntemlerine karşılık, Senan ufak tefek bir savaşçıdır. Conan gençse, o yaşlıdır; Conan aklını az kullanırsa, o hep kullanır. Conan tek silaha bağlıysa, o her silahı kullanmayı bilir. İkisinin öyküsü, parçalı ve versiyonlu olarak yayınlanmıştır. Tam olarak yayınlanmış bir öykü ise ilginçtir:
Senan, Conan’a üç çırak yollar. Bunlar, Conan’a hizmet edip, ondan döğüşmenin sırlarını öğrenmeye çabalarlar. Conan, onları eğitir. Ders biter ve Conan onları yollar. Aradan bir süre geçince, üçü geri gelirler: Conan’a onurlu bir ölüm bahşetmek için… Conan onları bir kez daha yener. Birinin gözleri, birinin bir kolu, birinin bir bacağı yiter. Ardından, Conan ve Senan yeniden buluşur. Aralarında şöyle bir diyalog geçer:
İyi bir usta olup olmadığını düşünüyorsun… İyi olsaydın, onlar seni öldürürlerdi. İşte o zaman, ne kuşkun, ne de endişelerin kalırdı. Onların intikam duygusu, aslında sana olan sevgilerinden doğdu… Nefret ve sevgi, tek yönlü bir bakışla anlaşılamaz.
Ben bu konuda bir şey bilmiyorum.
Öyleyse onları niye öldürmedin?
Onların bir amaçları vardı. Böylelikle kişiliklerinin zayıf yönleri ortaya çıktı. Şimdi ise, güçlü yanları ortaya çıkarak, zayıflıklarını iyileştirecektir.
Yorum: Müslüman-Hristiyan, Asya-Avrupa, Doğu-Batı, Avrupa-ABD, ABD-SSCB… Güçlü-zayıf, fizik-metafizik, beyaz-sarı… Kim kimi yenecek? Ondan önce, kim kiminle savaşacak ve kim kimin düşmanı?

ANA ÖYKÜ


Conan, bu dizi öyküde birden çok kötü-düşman ile savaşır. Daha önceki şablonlardan farklı üç yeni durum vardır ortada: 1. İyi-kötü ayrımı muğlaklaşır ve kimi, iyiler kötü ve kötüler iyi olur. 2. Kötü-düşman sürekli değişir. 3. Öykünün başı da, sonu da açık uçludur.
Dizi öykünün bölümlerinin başlıkları:
Ruhların Kuyusu, Herşeyin Sonu, Cadı Kraliçe, Maddoc Krallığı, Vasiyetname, Kanlı Sabah, Kılıçlar, Anıt, Yeniden Diriliş, Ölüm Mevsimi, Gizli Soruşturma, Göç, Bekçi, Kurtarma, Shedu, Zafer, Çağların Kanı, Canavar, Direniş, Nehir, Sislerin İçindeki Gerçek, Ölüler Lejyonu, Aşeron’un Düşüşü, Thulsa Doom’un Yedi Yaşamı, Büyücünün Öfkesi, Cin, Necropolis, 3 x Heku : 1. Dünyadaki Kumlar, 2. Toplum, 3. Üçgen, Hayaletler Kenti : El Şah Maddoc, Kara At. (Öyküler, düzensiz aralıklarla ve birbirini takip etmeden yayınlandı.)
Ana öykü:
Conan, arkadaşlarını ve ona aşık olan ergen Tetra’yı (‘4’ anlamına gelen boş gönderme), büyücü Nostume‘nin elinden kurtarır. Bu sırada Tetra, bir kuyuya düşerek ölür. Cehennem güçleri, onun bedeni aracılığıyla Conan’ı öldürmeye çabalarlar ama beceremezler. Conan ve önce Nostume tarafından çok iri bir yetiye dönüştürülen (sonra ileride yeniden insan durumuna dönüştürülen) Keiv (arada yanlışlıkla ‘Kiev’ olarak da yazılan 1. metafor), kaçıp deli kral Maddoc’un kentine sığınırlar. Orayı cehennem zebanisi İmhotep’in (2. metafor) elinden kurtarmayı denerler ama beceremezler. İmhotep, Conan ile savaşır ve yenilince onun köleliğini kabul eder.  Conan’ın çevresinde, böyle böyle, giderek tuhaf bir küçük ordu toparlanmaya başlar. Conan, kendisini öldürtmeye çalışan Maddoc’u öldürünce, onun gayrımeşru oğlunun annesi Anneka (3. metafor) ve onun babası Shapur, tahtın varisi oğul öldürülünce, Conan’a katılırlar. Conan, kendisine yardımcı olarak Simeon (4. metafor) ve  Kaleb’i  (5. metafor) de yanına alır. Ortaya Vrakl (6. metafor) çıkar. Öyküye Conan’ın belalı sevgilisi Red Sonya (9. metafor) ve bir haberci olan Kobe (10. metafor) girer. Conan’ı öldürmesi için, onun eski arkadaşı Baht’a doğaüstü güçler verir. Bu sırada Simeon ölür. Kaleb, bir Tutamon rahibidir ve kızı lanetlenmiştir. Vrakl, kızın gücünün özelliğini, cehennemin yedinci dibinde tutsak olan Thulsa Doom (7. metafor), aracılığıyla öğrenir. Aynı zamanda alevler lordu Xuthl (8. metafor) aracılığıyla, Conan’ın başına lanetli ruh Shedu’yu sarar. Conan tüm bunları atlattığında, Vrakl tüm güce ulaşmıştır ama Thulsa Doom nedeniyle Conan’ı öldüremez. Xuthl’un önerisiyle yakışıklı bir erkek bedenine girer ve ona aşık olan genç kızı Xuthl öldürür. Vrakl’ın bedeninin durduğu mezarlıkta Conan, hem yakışıklı bedeni, hem de Vrakl’ın çirkin bedenini öldürür ama Xuthl Vrakl’i yakışıklı bedende yeniden var eder. Thulsa Doom, Shapur’u öldürerek Conan’ı yok etmeye çabalar ama beceremez. Bu sırada bölgede siyasi kaos çıkar ve savaş başlar. Kobe, kendisini Batı krallarına köle olarak vermiş olan babası Heku’yu öldürerek doğu dünyasının tahtına geçer. Bir yanlış anlama nedeniyle de, Anneka onun karısı olur. Conan, her zamanki gibi, herkesi ve herşeyi bırakıp gider.
Ek: Öykü burada bitmez. Neredeyse bunun kadar uzun olan devamında, Anneka ve Kobe’nin çocuğu, Conan’ın önce kölesi ve sonra özel muhafızı olur. Ancak bu öykü, tümüyle Avrupa edebiyatından apartmadır.

Metaforlar:
Rusya, yani Moskova prensliği, çarlık olmadan önce, Kazan prensliği daha üstündü ve başkenti bugün de varolan Kiev’di. Keiv’in ayılaştırılması ve yeniden insanlaştırılması, komünist Rusya’nın hayvan simgesinin ayı olmasıyla örtüşüyor.
Bir tip kötü. Ana amacı, yıkım yapmaktır. Borusunu öttürüp ortalığı yıkacak olan, kıyamet meleği İsrafil’e tekabül eder. (İnsanları tiksindirici bulması, hoş bir ayrıntı…) Ahlaka değil, güce boyun eğer.
Anneka, Hong Kong’a karşılık gelir: Batı’dan Doğu’ya geçen… İhanet mi demeli, yoksa fırsattan istifade mi? Kendini önemli sanır ama çok önemsizdir.
Simeon, daha çok Shakespeare soytarısıdır. Deli değildir ama öyleymiş gibi yapar. Rolü bitince, sahneden fütursuzca çıkar. Olsa olsa, Alsace-Lorain olurdu.
Kaleb, iyiye geçen kötü… Taraf değiştiren casuslara karşılık gelir. Öyküde sonu bilinmez. Tipik bir Smiley kişisi…
Vrakl, bir çok mecaza denk düşer: Şeytan, kıyamet, bilginin öldürücülüğü, makyevelizm, kan davası… Tipik jönprömiye: Azıcık yamuk olmuş ne çıkar?
Thulsa Doom, geleneksel kötü. ABD’ye denk gelir. Kötülüğü iş olsun diye, iyi varken fuzulilik osun diye yapar. Nihai kıyamet olması gerekir ama 1945-1990 gibi o da ölümü ıskaladı.
Xuthl, hem Vrakl’ın, hem de Thulsa Doom’un antitezidir.  (Bu, tam bir poliyalektiktir.) Hem de sınırlı-sonlu bir kötüdür. Vrakl’i yaşatması, ironiden de ötedir.
Red Sonya, Conan’ın patriyarkallığının feminist antitezidir ama o da savaşçıdır. (Okuyucu, onun ayrı basılmış öykülerini tutmadı.) Conan’ın isteyip de birlikte olamadığı tek kadın odur.
En antitez Kobe: Gelecek, Çin ve Japonya’dır. Ancak, açık şurada: Burada, ikisi özdeş gibi ele alınır, oysa karşıttırlar. Kobe, hem Japonya’da bir kenttir, hem de bugünkü iki Kore’nin üzerinde yer aldığı yarımadadır.

Genel:
Conan, alternatif bir fantazi tarihtir. Özgün bir dünya haritası vardır. Genelde, gerçekteki Avrasya ve Kuzey Afrika’yı kapsar. Örneğin Vilayet Denizi, hem Akdeniz’dir, hem de Hazar Denizi’dir. Conan’ın hangi ülkeye  karşılık geldiği hep tartışılagelmiştir. Herkes, kolaysa ‘ABD’, der ama yanılır. Yazara göre Conan, kurmaca gelecektir. Brezilya olabilir, Hindistan olabilir, belki yüz yıl sonra Afrika bile olabilir.
Köruçuşu mecazlar:
Burada göze çarpan, ‘uluslararası hukuk’ denilenin rezaletidir. Tarihte asıl (‘olan’ denmiyor) kılınmış olan savaştır. (Yeryüzünde hiç savaşın olmadığı yıl sayısı 5.000’de 50’dir.) Conan, bir köleyken kral olur. ABD, bir sömürgeyken dünyayı sömürgeleştirir. Herkes de buna alkış tutar.
Uluslararası hukukta, paktlar, antlaşmalar vb vardır ama herkes sürekli taraf ve düşünce değiştirir. Dünyaya iki dünya savaşı ve bir kıyamet yazı turası hediye etmiş olan AB’ye bir bakın hele: Sanki 500 yıl birbirlerini kesenler onlar değil, Dünya’ya uygarlık sunuyorlar… Ya da: Conan’ın Khitai’ı (Rusça’da Çin), çift ateizm + faşizm ile geliyor, kimse yekinmiyor bile… Kobe, binleri katlederken, olaya yalnızca ‘mesleki ilke’ diyor, tıpkı Naziler’in ‘istatistik’i gibi...
Sonuçta kadro (veya takım veya ekip), kesinlikle G-7’dir. 5 veya 10 olabilirler ama süper kahramandırlar. Tabii, bu gerçeğin tam tersidir. Geriye kalan küsurattır aslolan. Dünya tarihini, dünya fatihi Cengiz bile belirleyemedi…

ÇIKIŞ

(1999 itibarıyla) Conan’ı 18 yıldır okuyorum ve beş yıldır bu metni yazıyorum. Örnekse, Anneka’nın Hong Kong olduğuna, 1997’de Çin’e katılınca karar verdim.
Çizgiroman tarihi, siyasi tarihle hep karşılıklılık taşıyagelmiştir. Genelde, baskı dönemlerinde, ima yoluyla ifade için kullanılır.
1990’lardan sonra çizgiromanda bir değişim yaşandı. Artık ‘grafik roman’ deniyor ve okuyucu kitlesi doğrudan yetişkinler kabul ediliyor.
Conan, bu açıdan bir geçiş örneğiydi: ABD’nin yumuşak faşizmine içten-dolaylı-bilinçsiz bir tepki ve geleceğin yetişkinleri için bir mecaz-tarihçe…

Şerh: Conan’ın yayını, yeniden başlatılarak 2002’de süreksizliklerle sürmekte.

(1999)
ESTETİK ve POLİTİKA : 3

AKİRA


ÖNBİLGİLER


(Buradaki bilgiler, ‘Fantasy Encyclopedia’nın (St. Martin’s Press, 1997, Derleyenler: John Clute ve John Grant, xvi + 1049 sayfa) ‘Akira’, ‘Manga’ ve ‘Anime’ maddelerinden yararlanılarak yazılmıştır.)
Çizgiroman ve çizgifilm geleneği, Japonya’da 20. Yüzyıl başından beridir süregelmekte. Deneysel çalışmalar, Manga (: çizgiroman) sanatçıları tarafından 1914 civarında başlatılmış. Gelişme yavaş olmuş. 1932’de Masaoka Kenzo’nun yönettiği ilk sesli çizgifilm ‘Güç ve Kadınların Dünyası’, 1958’de Taiji Yabushita’nın yönettiği ilk renkli çizgi film ‘Beyaz Yılan’ yapılmış. 1970’lerde başlayarak çizgifilmlerde bilimkurgu ve fantazya öğeleri ağırlık kazandı. 1980’lerde özgün uzun çizgifilmler yeniden görünmeye başladı. 1983’te Hayao Mizaki tarafından, eko-fantazya türünde bir çizgifilm olan ‘Rüzgar Vadisinin Nausicaa’sı’ yapıldı. Aynı yıl, ‘özgün canlandırma videosu’ denilen ve daha ucuza yüksek kaliteli çizgifilm yapmaya yarayan bir teknik icat edildi.
Çizgifilmin Japonya toplumu üzerindeki etkisi, filmlerin ötesindedir. Film müziği disklerinden model oyuncaklara dek, her alanda kültürü etkilerler.
Çizgiroman türü, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Japonya’da çok ilgi gördü. Konular çok çeşitliydi. Birçoğu çizgi film yapıldı. İngilizce’ye çevrilen ilk örnekler; Akira (1988-1992, 34 cilt), Psişik Kız Mai (1987-1988), Elma Tohumu (1988-1994) oldu.

GİRİZGAHLAR


Çizgiroman ve Çizgi Film


Çizgiroman ve çizgifilm altsanat dalları sayılagelmiştir. Çizgiromanın resminin bol olmasının okumayı zayıflatacağı yönünde bir önyargı vardır. Disney sayesinde ise, çizgifilm yalnızca çocuk eğlendiren bir tür sayılagelmiştir. (ABD’de 1990’larda bile hala en çok satan videolar çizgifilmlerdi.)
Dünya genelinde çizgiroman çoğunluk ABD tekelinde sürmüştür. Türkiye için bir istisna vardır. En sevilen çizgiromanlar arasında İtalya patentli olanlar kalabalıktır.
Her iki türün de en olumlu yanı, hayal gücünü zenginleştirme yönlerinin çok güçlü oluşudur.

Sinemada Çizgifilm Gelenekleri


Sinemada iki çizgifilm geleneği oluşmuştur: ABD ve Japonya. (Kastedilen; uzun metrajlı, öykülü, yani olağan film nitelikli olanlardır.)
ABD, Holywood-Disney çizgisini izlemiştir. Bunlar temiz aile filmleridir. Püriten ahlakçı, mutlu sonlu öyküler içerirler. Sinemanın ta başlangıç yıllarından beri etkindir.
Japonya’nınki ise, 1980’lerde televizyonun yaygınlaşması sayesinde küreselleşmiş bir gelenektir. Baştan beri fantastik öykülere ağırlık verilmiş, 1990’larda ise bilimkurgu ve şiddet dozu iyice arttırılmıştır. (Bunda, Japonya’nın Dünya’da atom bombası atılmış biricik ülke olmasının büyük payı olduğunu savunanlar var.)

ÖYKÜ


Tokyo, bir süper bomba tarafından yok edilir. 9 saat sonra 3. Dünya Savaşı çıkar. Dünya’nın belli kentlerinin tümü yok olur. 31 yıl sonra, Yeni Tokyo, eskisinin olduğu yere kurulmuştur. Kaneda ve motosikletli çetesi, bir gece ihtiyar yüzlü bir çocuğa raslarlar.  Çeteden biri olan Tetsuo, çocuğa çarpar ama hiç zarar veremez, kendisi yaralanır. Tetsuo, hastaneye götürülür. Acaip çocuk, doğaüstü güçlerle uğraşan, gizli bir askeri projenin deneğidir. Proje, bu güçlerle silah yapmak isteyen Teğmen tarfaından yürütülmektedir. Ryu ve Kei, bu projeyi durdurmak isteyen yarı terörist bir prubun üyesidir. Tetsuo, projenin yeni deneği olur. Ancak güçleri istenilenden öteye geçer. Tetsuo, projenin merkezi olan, dondurucuda saklanan Akira’nın odasını yeraltında bulur. Finalde, Kaneda ve Tetsuo kapışırlar. Teğmen ise, silah kullanarak Tetsuo’yu durdurmaya çabalr. Tetsuo, (şimdiye sinemada görselce yaratılabilmiş en büyük) yıkım yaratır. Kaneda, Tetsuo’yu yok eder ama Tetsuo, projede daha önce kullanılmış iki çocukla birlikte Evren’in gücüne katılır.

METAFORLAR


Akira: En uçta bilim-metafizik sentezi. Ölümsüzlük. Sonsuz güç.

Bilimcinin yarıküresi: Deneyciliğin karakalpliliği.

Çocuklar: Saflık. Öteden beri, gücün yalnızca saf ruhlarda barınabileceğine ilişkin, bir Uzakdoğu Asya metafiziği söyleni vardır. Bir de bilimkurgu öykülerde, öncü mutantların çocukların olacağına ilişkin bir anlayış çizgisi de mevcut.

Neo-Tokyo: Nihilizm.

Kıyamet: Japonya’nın toplu bilinçaltındaki nefret.

MÜZİK


Anime film müziklerinin tuhaf bir duyguküresi var: Melankoli, öfke, tiksinti, şefkat karışımı gibi... (Yalnızca imlendi.)

KÜLTÜROLOJİ


Çizgi roman altkültürü, diğer altyazın türleri (polisiye, vb) gibi, eleştirmenleri, estetikçileri ve kültürologları çok yanıltmıştır. Genelde basmakalıpların tüm bayağılığı kullanıldığı için, göstergesel bir çözümleme yapmanın boş bir çaba olduğu izlenimi vardı. Sonra sonra, hem çizgiromanlar, hem de eleştirmenler evrildi. Artık ortada apaçık bir sanat ürünü – kültür ilintililiği alanı oluşmuştu. Üstelik, bu alan da kendi içinde altalanlara bölünmüştü: erotik, korku, komedi, vb… Bilimkurgu ise, yazında da koşut gelişen, yepyeni bir alan olarak çizgiromanda yerini aldı.
Akira da, tümüyle bu patikayı yürüdü.

ÇIKIŞ


Akira, sinema tarihinde biriciktir. Tek kişinin yaratmışlığı, bilimkurgu janrında özgünlüğü, şiddetin doyum dozunun ötelerine geçişi, metaforları, vd ile henüz ikinci bir örneği yok. Manga, onlarca ürün vermesine karşın, Akira benzerini yaratamadı. Bu nedenle Akira, henüz yürünmemiş ve geleceğe bakan, öncü bir sanatsal yoldur.

(Haziran 2002)

ZEKANIN SİYASALBİLİMİ

Zekanın siyasalbilimi, onu katletmekle başlar, yani zekanın katli vaciptir.

Alıntı:

“Tatarlar, 9. Yüzyıl’da toplumun içindeki zeki bireyleri çarmıha gerer, sonra da görülür bir yere asardı.” (Arthur Koestler, Onüçüncü Kabile, Say Yayınları, 1995, 210 sayfa, sayfa: 74-75.)

Yorum:

Neden böyledir?

Tersinden bakalım: Einstein bir dahiydi, hem de kesinkes tescillisinden… 2. Dünya Savaşı öncesinde, Yahudi olduğu için Nazi Almanya’sından kaçıp ABD’ye yerleşti. ABD, onun dehasını kullanmaktan özenle kaçındı. Einstein bundan çok yakınırdı. Peki neden? Dahilerin, normaller tarafından denetlenemeyen eylemlere girişmeleri sık sık vakidir de ondan...

Bugün için zekanın siyasalbilimi, politikacılardan çok işadamlarının elindedir. ‘AR-GE’ başlığı altında, bilimsel araştırmalar yanılsatmasıyla, bilim ve bilimci yalnızca yeni teknolojiler geliştirmeye hasredilir. Para getirmeyecek araştırmalardan kaçınılır. O nedenle, bugün Türkiye’de yılda on bir metre uzayan ağaçlar üretilemiyor ve ormanlarımız giderek azalıyor. (Bu da pragmatik bir bakış açısı gibi görünse de, konu daha iyi anlaşılsın diye o risk göze alındı.)

Zeka toplumun ne işine yarar? Baştaki alıntı, dehalardan neden korkulduğunu açımlıyor. O nedenle soru şöyle tersindirilsin: Zeka neden toplumun işine yarasın ki? Otto Hahn, atom bombasının yapılmasını mümkün kılan denklemi kendi icat ettiği için intihar etmeyi düşünür. Oysa, orada lök gibi Einstein vardır: ABD başkanına atom bombası yapılsın diye açık mektup yazmıştır. Oysa, Planck ve Heisenberg gibiler, o atom bombasının Almanya’nın daha önce yapmasını, hala kanıtlanmamış bir biçimde geciktirmiştir.
Diğer bir ilginç örnek: İsrail’in atom bombası yaptığını ilk açıklayan İsrailli bilimci 20 yıl hapse mahkum oldu ve hala içeride…
Malumunuz, ben de Türkiye’nin atom bombası yapmış olduğunu 1 yıl önce yazdım ama internette yayınlandığı için kimsenin gözüne çarpmadı, yoksa herhalde aferin almazdım. (Eski sosyal demokrat parti başkanı ve fizikçi Erdal İnönü, televizyondaki bir söyleşide, Sivas katliamı olurken önemli bir nükleer deney ile meşgul olduğunu ağzından kaçırıverdi.)

Zekanın genel siyasalbilimi şurada seyreder: 11.000 yıllık ‘tarih’ denilende, eğer zekalar olmasaydı, bugün ok ve yayı bile icat etmemiş olurduk. Bu durum, atalarımız maymunların toplumlarında bile aynen gözlendi. Bazıları, patatesi tuzlu suda yıkayıp yemeyi öğrenir ve öğretir, bazıları da öğrenmeyi, yani daha iyi bir durama evrilmeyi bile yadsır…

Sorması ayıp, siz hangi sınıftansınız?

(27 Mayıs 2002)

BİLİM ve OLANAKSIZLIK : 1

Deha Nedir, Ne Değildir?

Dahiler, zeka dağılımnda toplumun yüz binde birini oluştururlar.

Soralım:

CERN’de çalışan 6.000 kişi dahi midir?

Picasso, bir sanatçı olarak bir dahi miydi?

Heidegger bir felsefeci olarak bir dahi miydi?

Einstein bir bilimci olarak bir dahi miydi?

Sözel deha nedir, şiir yazmak mı? Görsel deha nedir, modern ressamlık mı? İşitsel deha nedir, sağırken beste yapmak mı? Motor deha nedir, ‘Butoh’cular gibi gökdelenden düşüp ölmek mi? Kimyasal deha var mıdır, bir koku uzmanı kimyasal dahi sayılabilir mi?

Bir sanatçı bir sanatçıyla, bir ressamla karşılaştırılabilir. Heidegger’le Picasso, Kafka’yla Heidegger karşılaştırılamaz. (Dekatloncu dahiler olabilir ama onlar zaten dar bir küme olan dahiler kümesinden de çok çok dar bir küme oluştururlar.) Deha, daha çok kuramsaldır, arabayı icat etmekle dahi olunamaz. O nedenle teknotratlar dahi değildir.

Neden dahiler dahilerle hiç geçinemez? Neden toplum dahileri hep cezalandırır? Neden dahiler deliliğe ve faşizme çok yakın düşerler?

Zeka bir olanaksızlık yaratır: Standart biyografileri astandart nekrografilere dönüştürür. Galois’nın 21 yaşında düelloda öldürülmesi, Gödel’in ‘aneroksia nevrosis’ten ölümü, Brahe’nin yakılması, Galile’nin mahkumiyeti ve düşüncelerini geri alması... O nedenle, dahilerin yaşamsal çuvallamalarına göz yummak durumundayız. Yoksa, Einstein’ın uluslararası bir mahkemede insanlık suçundan yargılanması gerekirdi.

Deha, beynin hızlı çalışması ve bellek sığasının ortalamanın çok üzerinde olabilmesidir (bununla ezberleme yetisi kastedilmiyor). Bu ikisi çok yüksek miktardaki veriyi birbiriyle etkileştirip işleyebilmeyi ve artı değer bilgiler üretebilmeyi mümkün kılar. 21. Yüzyıl’ın dehaları bu tür kişiler olacaktır.

(27 Haziran + 1 Temmuz 2002)

BİLİM ve OLANAKSIZLIK : 2

Bilimin Doruklarının Mekan Zaman İçinde Yolculuğu

Tarih içinde bilimin üç zirvesini görürüz: M.Ö. 500-200 arasında Eski Yunan’da, 900-1200 arasında Ön Asya’da ve 1600’lerden 1900’lere Avrupa’da…

Çok tanrılı Eski Yunan, atomu tanımladı. Matematiği ve mantığı başlattı.

Müslüman Ön Asya, Aristo’yu yaşattı ve taşıdı. Cebri icat etti.

Hristiyan Avrupa, bilimi ilk kez tam bilim yaptı. Analizi icat etti. Maddenin bilgisini üretti. Algı sınırımızı on üzeri on milyar ışık yılına yükseltgedi.

Rönesanslar ve engizisyonlar birarada da olabiliyor, ayrı ayrı da… Ön Asya ve Endülüs’te biraradaydı, Avrupa’da ayrı ayrı ki 4 rönesans ve 4 engizisyon (Aristo mantığı’nı mükemmelleştirenler de engizitörlerdi ve ilk üniversiteler de kilise tarafından kuruldu)  yaşadılar ki sonuncusu faşizm idi. ABD öyle görünse de bilim doruğu bir kültür değil… Yaptığı yalnızca Alman dahilerini misafir etmek oldu. Hem atom bombasını, hem de uzay füzelerini onlar yaptı.

21. Yüzyıl’da görüyoruz ki artık bir gerileme var. Rusya’nın uzay üslerini tavanı çöküyor, ABD’de hızlandırıcıların yapımı erteleniyor. Çöküş, 1986’daki Çernobil nükleer reaktör kazası ve uzay mekiği ‘Challenger’ın düşüşü ile başlamıştı ki ironiktir, eski SSCB’de ‘glasnost’ da o yıl başlamıştı.

Hepsinde ortak yönler var: Dağınıklık bir odaklanmaya dönüşüyor. Yoğunlaşma başkalaşımlar yaratıyor. Belli bir süre sonra ise zirve geçilmiş olarak en baştaki gevşekliğe doğru çözülüyor.

‘Fahrenheit 451’de böyle bir moment anlatılır: tüm kitaplar, yani bilgi birikimi yok edildiği için çok az sayıda kişinin her biri birer kitap olmuştur. insalığa bilgiyi belleklerinden aktarrırlar.

Siz hangi bilgiyi benimserdiniz? Ben, fütürolojiyi seçtim.

(27 Haziran 2002)


BİLİM ve OLANAKSIZLIK : 3

Bilimin Sınırları

Bu metin için iki kaynak kullanılacak:

1. Reha Ülkü, Bilim ve Ötesi, Düşünen Siyaset, Sayı: 16, 294 sayfa, Sayfa: 83-90.

2. John D. Barrow, Olanaksızlık, Sabancı Üniversitesi Yayınları, 2002, çeviren: Nermin Arık, 390 sayfa.

İlkin, ikinci kaynağın dış sınırları:

Yazar, zamansal olarak on üzeri yüz yıl gibi çok uzun erimlere ulaşırken, uzaysal olarak on üzeri on ışık yılına kendini hapsediyor.

Omega katsayısı Evren için geçersizdir. Onedenle, Evren’in geleceğini kestiremeyiz. Ancak onun geleceğini etkileyebiliriz. Bunu bilimle veya başka bir bilgi disipliniyle beceririz ayrı konu. Bugün ben nabzımı hiçbir katkı maddesi olmaksızın, yalnızca düşünerek 46’ya düşürebiliyorsam, bunu bilim açıklayamaz.

Bilimin sınırları yoktur, bilimcilerin sınırları vardır. Einstein’ın ışık hızı sınırı, Planck’ın parçanın bütünden büyük olamıyacağı varsayımı, Heisenberg’in belirsizlik ilkesi, Gödel’in kanıtlanmazlık kanıtlaması bunlara örnektir.

Bilimin sınırlarını koymak, bir paradigma yaratmaktır. Newton Fiziği ve sonrasında Einstein Fiziği gibi... Euclid Geoetrisi ve Riemann + Lobaçevski Geometrisi gibi...

‘Bilim ve Ötesi’nde, bilimin 20. Yüzyıl sonu momenti ile kendine koyduğu 3 tane üçlü paradimatik kritik eşik tanımlanmıştı. Barrow bunları adlandırmaksızın geçiyor. Bugün için hala metafizik alanda kalan, uygarlık tezlerini kuruyor. (Sayfa: 180-192.)

Bilim tarihi bir zirveyi daha geçti. Şimdi duralıyor ve geriliyor. Bir sonraki zirve 2250 ertesinde gelebilir, 500 yıl daha gelmeyebilir de…

‘Bilim 2050’de Neleri Biliyor Olacak?’ makalesi de daha kısa erimli bir kestirim denemesi...

(27 Haziran + 1 Temmuz 2002)

BİLİM ve OLANAKSIZLIK : 4

Kültür Ölümleri

Ölüyorsunuz, ne yaparsınız? Bir gününüz kaldıysa çocuk yapmayı deneyin, bir yılınız kaldıysa kitap yazmayı deneyin.

Bu bir anekdottur. Kendilerine neden yazar olduğu sorulanlar tarafından uydurulmuştur…

Bedeniniz ölürse, zihniniz de ölür. Peki ya, kültürünüz ölürse, zihniniz de ölür mü ve/ya siz bu durumda ne yaparsınız?

Stephan Zweig, Avusturyalı ve Almanca yazan bir Yahudi idi. Viyana’da yaşıyordu. Naziler, 1939’da Avusturya’ya girmeden önce, Güney Amerika’ya göç etme fırsatı bulmuştu. Orada zamanın değişimlerine karşı dehşet duydu ve yarının kendisini içermediğini belirten bir not bırakıp 1940’ta intihar etti ve öldü.

Sigmund Freud da aynı dönemde Londra’ya kaçma fırsatı buldu ve orada gırtlak kanserinden 1940’ta öldü. Hastalığının nedeni puro tutkusuydu ve dolaylı olarak intihar ettiğini kendisi de belirtmişti.

Niyazi Berkes, cumhuriyetin ilk yıllarında çocuklar arasında intihar oranının arttığını ve milli eğitim bakanlığının durumun nedenlerini araştırmak üzere kendisini görevlendirdiğini anılarında belirtir. Araştırması sonuç vermez. Oysa ki neden bellidir: Osmanlı dönemi değerlerine göre eğitilenler cumhuriyet değerlerini öldürücü bulmuştur. Aynı nedenle son 10 yıldır Batman’da gençkızlar intihar ediyor.

11 Eylül 2001’den beri dünya ölüyor, çünkü geçmişin kültürü ölüyor. Radikal gazetesinde 6 ay boyunca yayınlanan konuyla ilgili çeviri metinler tüm dünya zihinlerinin nasıl öldüğünü sergiledi.

Delilik veya kültürün ölümü zihinsel olanaksızlık demektir.

Tek çözüm evrimdir, tıpkı buzul çağında mağaralara sıkışıp kalan insanların sanrılarının resim sanatını başlatması gibi…

Olanaksızlığa karşı tepkiler: Gerilemek, durmak, çare aramak, çözüm üretmek…

Siz hangisini yapıyorsunuz? (27 Haziran 2002)

BİLİM ve OLANAKSIZLIK : 5

Bilim 2050’de Neleri Biliyor Olacak?

‘Scientific American’, 3 aylık dosyalar, Kış 1999.

İçindekiler:

Beklenmedik bir Bilim Gelmekte

2050’de Birleştirilmiş bir Fizik Olabilir mi?

Kendi Evrenimizi ve Başka Evrenleri Keşfetme

Yaşamın Şifresini Çözme

Doğaya Karşı Bakımın Sonu

İklim Üzerinde İnsan Etkisi

İnsan Yaşlanması Geciktirilebilir mi?

Beyin Zihni Nasıl Yaratıyor?

Evrende Başka Yerde Yaşam Var mı?

Robotların Yükselişi

===

Eksiklik şerhleri:

Bir: Klonlama ve kafa naklinin mümkünlüğü, yine aynı dergide yayınlandığı halde konuya değinmemeleri yanlış. İnsan türü aslında ölümsüzlüğü yakaladı bile...
İki: Uzaycılık önemli bir başlık. 2027’de Mars’a gitme projesi var. Demek ki 2050’de de Ay’da sürekli bir üs olabilir.

Var olanlara şerhler:

Bir: Beklenmedik bir bilimden önce, beklenmedik matematikler ve mantıklar gelmeli. Matematiğin ve mantığın periyodik tablosu, yani kavramsal çerçevesi ve atlası kurulmadı henüz... Artı, henüz ulaşılamamış on üzeri eksi on altı santimetrelik uzay ölçeklerinde / ölçütlerinde bambaşka bir fizik yaratmak gerekecek. Keza on üzeri on ışık yıllık hacimlerde de...
İki: Birleşik fizik; Einstein, Planck ve Heisenberg’in ortak inatları sonucunda, daha 1900’lerin başlarında kurulabilecekken neredeyse 22. Yüzyıl’a ertelenmiş durumda...
Üç: İçinde var olduğumuz ve olmadığımız evrenlerin keşfi konusu, ‘olanaksızlık’ dizisinde irdelendi.
Dört: Yaşam ya da karbon kimyası, kuantum fiziği açısından henüz bilimselleştirilemedi.
Beş: İnsan davranışlarını çevrenin mi, genetiğin mi belirlediği sorusu, son elli yılın moda ikilemlerinden biriydi. Tüm yanlış sorulan sorular gibi bir yanıtı yoktu.
Altı: İnsan türünün dünya iklimi üzerindeki etkisi hala antropomorfik açıdan, yani insana etkileri açısından ele alınıyor. Evrimde kitlesel tür yok oluşları kezlerce gözlenmiş bir durum. Bunu bir göktaşının veya bir canlının yapması, sonuç açısından pek farketmez.
Yedi: İnsan yaşlanması sorunu; azalan mesai, çoğalan boş zaman ve 20. Yüzyıl’da üretilememiş yaşam biçimleri olanakları demek... Bu da, sözü geçen süre için bilimden çok ahlakın bilgi alanında kalacak gibi...
Sekiz: Beden-zihin ikiliği, Batı düşüncesinin en büyük handikaplarından biri...  Zihnin de kavramsal çerçevesi ve atlası henüz sistematikleştirilebilmiş değil... Bunu da global egemen ABD kültürü yapamayacak.
Dokuz. Evrende başka bir yerde yaşam olması insanı hiç mi hiç bağlamaz. Bilmemiz gereken bunun mümkün ama çok düşük olasılıklı olduğu...
On: İnsanı mesaiye kölelikten kurtaracak konu...

Sonuç: Bilim 2050’de bunların ötesini bilmiyor olacak demeye getiriyorlar. Siyasal açıdan 2050’ye dek birçok büyük kriz bekleniyor. Bunlar bilimi ilerletme ya da geriletme açısından etkili olabilecekler, örneğin dünyanın en büyük hızlandırıcısının yapımının 1990’lı yıllarda ABD’de durdurulması gibi... Uzay çalışmaları da aynı biçimde ertelenebilir.
Bir de, havadan ağır taşıtladrın uçamayacağı ya da trenin saatta otuz altı kilometreden hızlı giderse yolclarının boğulacağı gibi, yine bilimcilerce yaratılmış gaflar var. O nedenle şu ana yapılamazlar listesi geçersiz olur.

(28 Haziran 2002)

BİLİM ve OLANAKSIZLIK : 6

Olanaksızlık ve Olanaklılık

Tartışma konusu kitap: John D. Barrow, Olanaksızlık, Sabancı Üniversitesi Yayınları, 2002, çeviren: Nermin Arık, 390 sayfa.

Kitabın en büyük eksiği, bilim tarihini hiç ele almaması. Kitap boyunca bazı olanaksızlıklar kanıtlanmaya çabalanırken, insan türünün benzer olanaksızlıkları çok daha az olanaklarla olanaklılığa çevirdiği gerçeği gözardı edilmiş oluyor. Üstelik benzeri iki örneği yazarın kendisi veriyor: Evren’de ilk kez insan eliyle yaratılmış çok düşük (-269 C veya 4 K) ve çok yüksek sıcaklıklar (milyarlarca Kelvin derece) (sayfa: 190).

Yazar tuhaf ve hoş bir ikilemde kalıyor: 10 üzeri 100 yıl gibi muazzam zaman aralıkları için insana olanak tanırken, 10 üzeri 10 ışık yılında onun menzilini kesiyor ki üstelik 100 milyar tane daha, yüzer milyar yıldızlı yüz milyar gökadalı Evren olabileceğini kendisi de biliyor.

Devamında evrimöteyi hiç mi hiç hesaba katmıyor. İnsanın karbon atomlu veya atomlu veya canlı bir zeka olarak kalması gerektiğine ilişkin bir kanıt yok. Bugün ahtapotla aynı merkezi sinir sistemi yapısına sahibiz ama ahtapotla aramızda bir kaç yüz milyon yıllık evrim farkı var. Şempanzelerle aramızda yalnızca yüzde bir genetik malzeme farkı ve bir milyon yıllık evrim farkı var. Olağanüstü koşullar dışında Güneş Sistemi’nin dört beş milyar yıl daha ömrü var. Bugün bakterilerle aramızdaki fark neyse, insan sonrası türlerle insan arasındaki fark da o denli büyük olabilecek  ama ne yazık ki bir olasılık olmayabilecek de...

Girelim kitaba:

Kitabı özgün kılan argümantasyon, insan türünün bundan sonraki kültürel evrimini iki ayrı yoldan sınıflandırabilmesi (sayfa: 104-117 ve sayfa: 180-193)...

Birinci yolda yazar aksıyor: Evren’de bilinebilecek bilgiyi sayılabilir bir nicelik sayıyor. Oysa, periyodik tablo bir niteliktir, bir kavramsal çerçevedir ve bunlar olmaksızın sonsuz veri yığınları anlam kazanmaz. Matematik tarihine baktığımızda, önce sayılar (aritmetik), sonra denklemler (cebir), sonra onların incelenmesi (analiz) görürüz ama sıfırı da birden bir kaç bin yıl sonra görürüz. Bugün elimizde Einstein fiziği var ama mantığı eksik ve geometrisi yok. Kaluza geometrisi var ama mantığı yok. ‘Big Bang’ kuramının saçma olduğu ortada ama onun mantığını başka bir mantık yoluyla değilleyemiyoruz. Bir boyutun ‘n’ boyut olmasının geometrisi var ama mantığı ve fiziği yok. ‘Aristo Mantığı + Euclid Geometrisi + Newton Fiziği’ yerzamansal ardışıksızlığı kültürel evrim sorununu imliyor.

Sözü şeyle bağlayayım: Bilinenleri bilmeyen biri, bilinmeyenlerin bilinemeyeceğini bilemez ve/ya kanıtlayamaz.

İkinci yol aşağı yukarı yürümesi tamamlanmış duruma getirilmiş. Evren’i sonsuz büyüğe ve sonsuz küçüğe doğru manipule edebilmenin ‘n’ aşaması tamamlanmış ve insan türünün nerede olduğu gösterilmiş. Bu da, onu birinci yol ile çelişir durumda bırakıyor. Yazar, kendi çizdiği yolu yürümekten sakınıyor.

Ölüm konusu ele alınırken, kafa nakli ve klonlama konusuna değinilmemiş.
Zaman konusunda ise, zaman kuantizasyonu konusuna değinilmemiş.

Bunların dışında, Einstein ve Hawking dahil, hiç bir bilimcinin sahip olamadığı bir zihinsel derinlikle, tam bir serbest uçuş becerilmiş. Okuyucunun, özellikle Türkiyeli olanın, beyinsel zorlanma yaşayacağı kesin...

Sonuç: Şimdiye dek okuduğum, insan zihinin sınırlarını gerçekten zorlayan en iyi bir kaç bilimsel / mantıksal / epistemolojik kitaptan biriydi bu kitap...

(20 Temmuz 2002)

VERHULST vs. MALTHUS

David Wells: Geometrinin Gizli Dünyası, s: 325.
“Verhulst Denklemi: Verhulst, nüfus çalışmalarında bir öncüdür. 1838’de şu yasayı yayınladı: Malthus’un karamsar tahminlerinin tersine, nüfus hiç durmadan artamaz, çünkü nüfusun artışını engelleyn etkenler, nüfusun kendisinden daha hızlı artar.
Verhulst denklemi şöyledir: x(n) + 1 = r.x(n). (1-x(n)). Bu denklemin değeri ‘r’ ye bağlıdır. ‘r < 2’ ise, sistem hızla kararlı bir durum alır (yani ne büyür, ne küçülür). ‘2 < r < 2,5’ ise, nüfus iki değer arasında gidip gelir, buna ‘çözümün çatallanması’ denir.
‘r’, 2,5’un biraz üstüne çıkarsa, çözüm yine çatallanır, sonra yine çatallanır, böylece 8 değer, sonra 16 değer arasında gidip gelir. Bu çatallanmalar, giderek birbirine yaklaşır, sonunda ‘r’ yaklaşık 2,57 olunca çatallanma sayısı sonsuza erişir ve çözüm kaotik bir durum alır.
Kaos oluşunca, noktalar ritm veya neden olmadan yüzeysel olarak sıçramaya başlar. Ya hiçbir periyod yoktur, ya da çok yüksek periyotlar vardır. Ne var ki bu kaotik davranış, belli bir yapıya sahiptir. Bölgenin içinde dikey bantlar vardır, daha önceki dış sınırlar onları çaprazlar. ‘r = 2,837’ olunca, Verhulst biçimi daha küçük olarak yeniden belirir.
Sonlu bir aralıkta sonsuz çatallanmalar görülebilmesi için, birbirini izleyen çatallanmalar arasındaki uzaklıklar büyük bir hızla küçülmelidir. Böyle de olur. Bu uzaklıklar arasındaki oran, bulanın adına atfen, ‘Feigenbaum sayısı’ denen bir limite gider. Bu sayı, yaklaşık ‘4,6692016609’dur.”

Malthus, eserini 1790’da yayınladı. Sömürüyü rasyonalize etmek için (kendisi bu eser için bir krallıktan ödül aldı), nüfusun kaynaklardan daha hızlı artacağını öne sürdü ama hiçbir dayanak göstermedi. İronik olarak Marx, devrimi rasyonalize etmek için Malthus’u kaynak gösterdi ama Verhulst’un adını anmadı.
(Marx’ı bilimsel sayma gafleti gösterenler için ek: Marx; yaşadığı dönemde bilinen, sanal sayıları da, Euclid dışı geometrileri de, Aristo dışı mantıkları da, Newton dışı fizikleri de anmadı. Bilimi Engels’e bıraktı. Le Febvre’in saptamasıyla, Engels’in ‘wissenschaft’ı zaten o zamanki Almanca’da şimdiki ‘bilim’ anlamına gelmiyordu.)
Bugün bilim, Verhulst’u doğruluyor: İnsan türü, bir milyon yılda yalnızca 3 kez nüfus patlaması yaşadı: Afrika savanlarından dünyaya yayıldığı dönemde, 11.000 yıl önceki Neolitik Devrim döneminde ve 1750’de başlayıp 2125 civarında limite varacak olan 1. Sanayileşme döneminde. Sonuncusu ilginç: Evrimde ve tarihte ilk kez insan türü, gönüllü olarak nüfus artışını durdurdu.(16 Mart 2002)

KAKEYA KÜMELERİ YA DA PERRON AĞAÇLARI

Ne tuhaf adlar. Değil mi?

Bu tanımlar, Kakeya tarafından 1917’de sorulan bir sorunun yanıtlarının seyridir. Bir doğru parçasının tam bir dönme yapması için gerekli minimum alan nedir? Kakeya’nın yanıtı içbükeydi: Bir eşkenar üçgen. Oysa, Perron, bunun bir eşkenar üçgenin tabanını sürekli olarak ikiye bölmekle elde edilen girintili çıkıntılı bir alan olduğunu gösterdi. Bu dışbükeydi.

Euclid Geometrisi, telifçisinin de belirtiği üzere Aristo Mantığı’ndan türetmedir. Bu kez biz tersini deneyelim: Geometrik bir modelden mantıksal bir model çıkarsayalalım. Bir önermenin karşıtını çıkarsamak ya da onu kendi içinde döndürmek için, dilsel / mantıksal olarak ne kadar kaplamsal / kapsamsal alan gerekir? Yanıt: Sıfır. Döndürülme kapsamı sıfır ama kaplamı sonsuz bir ikilemsel durum.

Bunun kültürolojik anlamı nedir? Kültürel evrim dinamik olduğu için, herhangi bir yerzaman ansamında çözümlere yetecek anlamküre dilssel hacim içinde (diyelim eldeki sözcüklerle ki sık sık gerçekleşen bir durumdur) tanımlanamayabilir ama yine de var olabilir. O nedenle çözüm olmadık alanlarda kaotik yörüngeler çizebilir, hatta denklemlerin reel çözümleri olmayabilir. Sanal köklerin tarihteki ve kültürdeki izdüşümü henüz tanımlanmadı.

Ek:

Helis geometrisinde dönen ve 4 adımda karşıtına varan bir önermeler dizisi örneği:
Düşünüyorum, öyleyse varım.
Varım, öyleyse yaşıyorum.
Yaşıyorum, öyleyse öleceğim.
Öleceğim, öylese yokum.
:
Varım, öyleyse yokum.
(İlk tümce, ‘Varım, öyleyse düşünüyorum’ da olabilirdi.

(11 Kasım 2001)

ORMAN YANGINININ KAOTİĞİ

Neden-sonuç ilintileri her zaman doğrusal olarak işlemez. Kimi ‘non-linear’ durumlar da oluşur.
Bir duruma, ‘kelebek etkisi’, ‘çığ etkisi’ ya da ‘domino etkisi’ denir. Epsilon nicelikli bir neden, limit sonsuz nicelikli bir sonuç yaratabilir. Devrimlerin gerçekleştikleri anlar, böylesi durumlar içerir. Bir grev, bir sivilin vurulması, ekmek karaborsasının oluşması kitleyi ateşler ve isyan bir daha durulmaz. Eskiler gider, yeniler gelir. (Bu, her devrimin ilk kezinde başarılı olacağı anlamına gelmez. Bakınız: Rusya 1905 Devrimi.)

Bazı kimyasal reaksiyonlar osilatiftir, yani ‘a+b’ maddeleri ‘c+d’ maddelerine tepkir, aradan bir süre geçince baştaki malzemelere geri dönülür, bu çözeltinin renginin iki renk arasında gidip gelmesinden anlaşılır.

Orman yangınlarının neden-sonuç ilintileri kaotiktir, yani ilintiler kimi belirsizdir, daha çok belli durumlar arasında rasgele salınır, o nedenle orman yangınlarının kendiliğinden sönüp sönmeyeceği baştan kestirilemez. Orman yangınını söndürmenin bir yolu, doğru hesaplanmış genişlikteki (eni alevlerin geçemeyeceği büyüklükte) bir şeritteki ağaçları kendi elinizle yok edersiniz. Yangın oraya gelince biter. (Burada, feda edilecek alanın büyüklüğüne karar vermek, belirsizlik oranı % 100’e kayabilen bir durumdur. O nedenle işin içine şans faktörü de karışır.)

Orman yangınlarının parametreleri, rüzgarın hızı, yanan ağaçların yanma nitelikleri (ıslaklığı, büyüklüğü, ağacın yanabilirlik tipi, vb) olabilir. Örnekse, rüzgar ormanı sınır olan ırmağa doğru esiyorsa yangın orada biter. Rüzgar, bir yavaşlayıp bir hızlanıyorsa, körük etkisi yapar. Yukarıdan aşağı eserse çok duman olur ve yangını oksijensizlikten boğar.
Bazı ağaçlar zor, bazıları kolay yanar. En kolay yanan ağaçlardan biri de çamdır. Güney kıyılarımızdaki ormanların çıra niyetine yanıvermesi bu nedenledir. Karma ağaçlı orman yapmayı 75 yıldır kimse akıl edemiyor.

Orman yangını asla belirli (ya da birinci dereceden) bir geometrik biçim izleyerek yayılmaz. Durur durur, yeniden başlar. Günlerce için için yanar. O nedenle, orman yangınlarının neden-sonuç ilintileri kaotiktir. (Daha az  kestirim çabası, daha çok kestirim verebilir.)
‘Orman yangını’ yerine, ‘salgın hastalık’, ‘ekonomik kriz’ ya da ‘savaş’ da diyebilirsiniz. Tarihin kritik anlarında tutum-davranış ikilemlerinin çokluğu bu nedenledir.
(26 Ağustos 2001)

SAVAŞIN KATASTROF KURAMI

Katastrof Kuramı, 1975’te Rene Thom tarafından icat edildi. Çok hızlı ve ikilemsel ardışıklıklar taşıyabilen dönüşümlerin matematiksel modellenmesi için tasarlandı.

Thom, yedi ana durum saptadı. İleriki yıllarda bunlardan başkalarının da olabileceği gösterildi. Ben de, sıfırıncı dereceden, yani görüngüsüz bir durum tanımladım (psişik durumlardan katatoni veya otizm gibi).

7 ana durum şunlar (‘x’ ve ‘y’ lerden sonraki sayılar ‘üs’ demek, aralardaki noktalar ‘çarpı’ demek):

1. (1/3 x 3 – a . x )
2. (1/4 x 4 – a . x – ½ b . x 2)
3. (1/5 x 5 – a . x – ½ b . x 2 – 1/3 c . x 3)
4. (1/6 x 6 – a . x – ½ b . x 2 – 1/3 c . x 3 – ¼ d . x 4)
5. (x 3 + y 3 + a . x + b . y + c . x 2 + c . y 2)
6. (x 3 – x . y 2 + a . x + b . y + c . x 2 + c . y 2)
7. (x 2 . y + y 4 + a . x + b . y + c . x 2 + d . y 2)

Adları sırasıyla, kıvrım, sivri uç, kırlangıç kuyruğu, kelebek, hiperbolik, eliptik, parabolik olarak konmuş. Daha çok izledikleri rotaların gösterdiği biçimlerin anımsattıkları nedeniyle böyle yapılmış.

Katastrof Kuramı’nın en kolay görüngüleştirilebilen ve görselleştirilebilen türü ‘kıvrım’dır.

Kıvrımda savaşı modellersek, ‘maliyet’ ve ‘tehdit’ ikileminde bir hızlanan bir yavaşlayan, bir saldırılan bir geri çekilinen bir savaş durumu elde ederiz.

Kelebekte savaşı modellersek, ortada ulaşılamayan bir olgular boş kümesi kalır. Eğer ateşkes ve/ya barış kümesi orada kalırsa, Yüzyıl Savaşları gibi, asla bir çözüme ulaşılamayan bir savaş görüngüsü dizisi elde ederiz.

Bu biçimde, hem doğrusal, hem de döngüsel neden-sonuç ilintileri vardır. Eğer döngüler, kısırdöngüleşirse, ‘Yüzyıl Savaşları’ türü fenomenler oluşabilir.

Savaşı yalnızca, üç beş parametreyle tanımlamak mümkün değil. Bir tür indirgeme mantığı deneniyor. Gerçek durumlarda, her biri diğeri denli etkin, yüze varan parametre tanımlanabiliyor.

(26 Ağustos + 14 Eylül 2001)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder