18 Mart 2012 Pazar

Demokrasim Net Metinleri Bölüm 1

İÇİNDEKİLER


Önsöz

 

İnternet ve Medya


1.        Tekelci Medyatör Aydın Doğan İçin (1-8 Haziran 2001)
2.        ‘İnternet Volent Libris Valent’ (13-16 Haziran 2001)
3.        İnternette Nasıl Bir Köşe Yazarı? (17-20 Haziran 2001)
4.        ‘Chat’ Bir Yazma Eylemi Sayılır mı? (12-15 Temmuz 2001)
5.        E Gruplar (1-4 Ağustos 2001)
6.        ‘Chat’te Aksiyolojik Erozyon (13-16 Ağustos 2001)
7.        ‘Anti-Chomsky’ist Manifesto (5-8 Eylül 2001)

 

Ahlak


8.        Metrik Aksiyoloji (28-31 Temmuz 2001)
9.        Hipokrat Yemininin Diyeti (19-23 Eylül 2001)
10.     Psişik Manipülasyon (5-8 Ağustos 2001)
11.     Sivil İtaatsizlik Üzerine Kavramsal Çerçeveler : 1 (14-19 Aralık 2001) (4)
12.     Sivil İtaatsizlik Üzerine Kavramsal Çerçeveler : 2 (22-25 Aralık 2001)
13.     Sivil İtaatsizlik Üzerine Kavramsal Çerçeveler : 3 (26-30 Aralık 2001)
14.     Sivil İtaatsizlik Üzerine Kavramsal Çerçeveler : 4 (3-7 Ocak 2002)
15.     İsyan Zanaatı : 1 : Standart Biyografiler Hep Vardır (11-16 Eylül 2002)
16.     İsyan Zanaatı : 2 : İsyan Örneklemeleri (17-20 Eylül 2002)
17.     İsyan Zanaatı : 3 : B Planı : 11 Eylül 2001 (21 Eylül – 1 Ekim 2002)
18.     İsyan Zanaatı : 4 : Mikro-Bireysel 2 İsyan Türü (2- 15 Ekim 2002)
19.     İsyan Zanaatı : 5 : Budalalar Gemisi Batıyor : Ne Yapmalı ? (16- ? Ekim 2002)
20.     İsyan Zanaatı : 6 : İsyan Bağlanmaya Karşı : Entellektüelin İmkansız Siyaseti (Ekim 2002)
21.     Geçerli Ahlak İlkeleri (1-7 Aralık 2002)

 

Güncel Siyaset


22.     Ecevit ve İkinci Adamı (10-14 Mayıs 2001)
23.     19 Mayıs (19-23 Mayıs 2001)
24.     27 Mayıs (24-27 Mayıs 2001)
25.     Devrimci Alaturka Burjuvazi (20-23 Temmuz 2001)
26.     1 Eylül Dünya Barış Günü İçin (1-4 Eylül 2001)
27.     12 Eylül 1980 Darbesi İçin (9-13 Eylül 2001)
28.     29 Ekim İçin (29-31 Ekim 2001)
29.     Türkiye’nin Kasım 2001 Gündemi (1-3 Kasım 2001)
30.     Otuz İki Kısım Tekmili Birden : 1 : Dört Dörtlük Kürt Sorunu (4-6 Kasım 2001)
31.     Otuz İki Kısım Tekmili Birden : 2 : İkinci 4 x 4 (7-9 Kasım 2001)
32.     10 Kasım 2001 İçin (10-12 Kasım 2001) (3)
33.     Yeni Yıl Yazısı : 1 Ocak 2002 İçin (31 Aralık 2001 - 2 Ocak 2002)
34.     Kurban Bayramı İçin (21-24 Şubat 2002)
35.     28 Şubat 1997 Post-Modern Darbesi İçin (28 Şubat – 3 Mart 2002)
36.     Beşinci Darbe Ne Zaman Olur? (4-7 Mart 2002)
37.     12 Mart 1971 Darbesi İçin (12-15 Mart 2002)
38.     AB’ye Hayır (20-23 Mart 2002)
39.     PK-GAP (1-4 Nisan 2002)
40.     2002 Genel Seçimi Tahminleri (24-30 Temmuz 2002)
41.     ‘Nothing Personal’ (3 Kasım – 11 Kasım 2002)
42.     İstanbul’da Sefaletin Yüzleri (21 Kasım - 2 Aralık 2002)
43.     Mafyayı Evinde Vurmak (1-13 Ocak 2003)
44.     Su Savaşları (14-27 Ocak 2003)
45.     İnsanlar Neden Oy Vermezler? (Mart 2003)

 

Militarizm


46.     Ordu ve Özeleştiri (15-18 Mayıs 2001)
47.     Militarist Disiplin : 1 (1-4 Şubat 2002)
48.     Militarist Disiplin : 2 (5-8 Şubat 2002)
49.     Militarist Disiplin : 3 (9-12 Şubat 2002)
50.     Militarist Disiplin : 4 (13-16 Şubat 2002)
51.     Militarist Disiplin : 5 (17-20 Şubat 2002)
52.     Militarist Disiplin : 6 (25-27 Şubat 2002)

 

Uluslararası Siyaset ve 11 Eylül 2001


53.     Atom Bombamız Hayırlı Olsun (4-6 Ağustos 2001) (1)
54.     Salman Rüşdi Dosyası (14-18 Eylül 2001)
55.     God Bless USA (24-26 Eylül 2001)
56.     Çin-Rusya (27-30 Eylül 2001)
57.     Milli Kuş Hindi (1-4 Ekim 2001)
58.     Yankiler’e Öğütler (5-8 Ekim 2001)
59.     Ejderha Kartalı Öptü (9-10 Ekim 2001)
60.     Askeri Strateji 2000 (11-12 Ekim 2001)
61.     11 Eylül 2001 İçin Kim Ne Dedi ? : 1 (18-19 Ekim 2001)
62.     11 Eylül 2001 İçin Kim Ne Dedi ? : 2 (20-22 Ekim 2001)
63.     11 Eylül 2001 İçin Kim Ne Dedi ? : 3 (23-25 Ekim 2001)
64.     11 Eylül 2001 İçin Kim Ne Dedi ? : 4 (26-28 Ekim 2001)

 

Demokrasi


65.     Türkiye’de Demokrasiyi Kim İster? (9-12 Haziran 2001)
66.     Sosyal Demokrat Bir Parti Gerekli mi? (16-19 Temmuz 2001)
67.     İnönü Ne ve Nasıl Yapmalı? (10-12 Ağustos 2001) (1)
68.     Sosyal Demokrasi Nedir? (21-24 Ağustos 2001)
69.     SDP ve Ayrallar (5-8 Aralık 2001)
70.     Anti SDP 2001 (9-13 Aralık 2001)
71.     Demokrasi Tuzağı : 1 (8-11 Ocak 2002)
72.     Demokrasi Tuzağı : 2 (12-15 Ocak 2002)
73.     Demokrasi Tuzağı : 3 (16-19 Ocak 2002)
74.     Demokrasi Tuzağı : 4 (20-23 Ocak 2002)
75.     Demokrasi Tuzağı : 5 (24-27 Ocak 2002)
76.     Demokrasi Tuzağı : 6 (28-31 Ocak 2002)
77.     6 Oksuz SDP (16-19 Mart 2002)
78.     Demokrasinin Gündelik Kültürolojisi (28-31 Mayıs 2002)

 

Faşizm


79.     Faşizmin Kategorizasyonu (21-24 Haziran 2001)
80.     Alaturka Faşizmin Göstergeleri (25-28 Haziran 2001)
81.     Sembiyöz Faşizm (11-15 Ağustos 2001)
82.     Sentimental Faşizm (29-31 Ağustos 2001)
83.     İktidar ve Faşizm (24-27 Mart 2002)
84.     Yumuşak Faşizm (28-31 Mart 2002)
85.     Faşizmin Geleceği (3-6 Eylül 2002)
86.     Psişik Faşizm (7-10 Eylül 2002)

 

Tarih


87.     Tarih Balatayı Sıyırtıyor (24-27 Temmuz 2001)
88.     Uygarlığın Kategorizasyonu (13-15 Kasım 2001)
89.     Huntington vs Fukuyama (16-18 Kasım 2001)
90.     Tarihte Kargaşa ve Düzen (19-22 Kasım 2001)
91.     Sanal Tarih (16-19 Mayıs 2002)
92.     Tarih İçin Çeşitlemeler : 1 (31 Temmuz - 3 Ağustos 2002)
93.     Tarih İçin Çeşitlemeler : 2 (4-7 Ağustos 2002)

Fütüroloji


94.     Fütüroloji Nedir, Ne Değildir? (23-26 Kasım 2001) (3)
95.     11 Eylül 2001’in Fütürolojisi (27-30 Kasım 2001)
96.     Yapay Zeka Üzerine (24-27 Mayıs 2002) (3)
97.     Nükleer Çağın İlk Yüzyılı Ertesinde Saptamalar (1-3 Haziran 2002) (3)
98.     İkinci Sanayileşme İçin Önkoyutlar (4-6 Haziran 2002) (3)
99.     Birinci Sanayileşme’nin Artkoyutları : 1 (7-11 Haziran 2002) (3)
100.  Birinci Sanayileşme’nin Artkoyutları : 2 (12-15 Haziran 2002) (3)
101.  2000’den 2100’e Yol Manifestosu (16-20 Haziran 2002) (3)
102.  Fütürolojinin Siyasalbilimi (21-24 Haziran 2002)

 

Edebiyat ve Estetik


103.  Ve Yesenin ve Mayakovski ve Nazım (3-6 Temmuz 2001)
104.  Nadire Mater İçin (1-3 Ağustos 2001) (1)
105.  Çölaşan-‘68’liler Sembiyözü (7-9 Ağustos 2001) (1)
106.  Köstebek İnsanlar (15-17 Ekim 2001)
107.  Estetik ve Politika : 1 (14-16 Temmuz 2002)
108.  Estetik ve Politika : 2 : Conan (17-19 Temmuz 2002) (3)
109.  Estetik ve Politika : 3 : Akira (20-23 Temmuz 2002) (3)

 

Bilim


110.  Zekanın Siyasalbilimi (25-27 Haziran 2002)
111.  Bilim ve Olanaksızlık : 1 : Deha Nedir, ne Değildir? (8-11 Ağustos 2002)
112.  Bilim ve Olanaksızlık : 2 : Bilimin Doruklarının Mekan Zaman İçinde Yolculuğu (12-16 Ağustos 2002)
113.  Bilim ve Olanaksızlık : 3 : Bilimin Sınırları (17-22 Ağustos 2002)
114.  Bilim ve Olanaksızlık : 4 : Kültür Ölümleri (23-26 Ağustos 2002)
115.  Bilim ve Olanaksızlık : 5 : Bilim 2050’de Neleri Biliyor Olacak? (27-29 Ağustos 2002)
116.  Bilim ve Olanaksızlık : 6 : Olanaksızlık (30 Ağustos – 2 Eylül 2002)

Tarihin Matematiği


117.  Verlhulst ve Malthus (5-8 Nisan 2002)
118.  Kakeya Kümeleri ya da Perron Ağaçları (9-12 Nisan 2002)
119.  Orman Yangınının Kaotiği (13-16 Nisan 2002)
120.  Savaşın Katastrof Kuramı (17-20 Nisan 2002)
121.  Tarihte Neden-Sonuç İlintileri (21-24 Nisan 2002)
122.  Tarihin Matematiği (28 Haziran – 3 Temmuz 2002)
123.  Tarihin Geometrileri : 1 (4-6 Temmuz 2002)
124.  Tarihin Geometrileri : 2 (7-10 Temmuz 2002)
125.  Zihin-Kültür Dönüşümleri (11-13 Temmuz 2002)

Felsefe ve Hukuk


126.  Grafoloji Üzerine (8-11 Mart 2002)
127.  Ontoloji, Fenomenoloji ve Epistemoloji (25-27 Nisan 2002)
128.  Tarihte Ontoloji, Fenomenoloji ve Epistemoloji (28-30 Nisan 2002)
129.  Bilgisel Yozlaşma (20-23 Mayıs 2002)
130.  Demokrasi ve Hukuk (12-20 Kasım 2002)
131.  İşkence İnsanlık Suçudur (12-20 Aralık 2002)
132.  Terör ve Zaman Aşımı (21-31 Aralık 2002)

 

Gündelik Yaşamın Kültürolojisi


133.  Fenere Endeksli Piyasa (28-31 Mayıs 2001)
134.  Yeni Bir İntihar Dalgası Geliyor (29 Haziran - 2 Temmuz 2001)
135.  Bolluk Yılları Kıtlık Yılları (8-11 Temmuz 2001)
136.  Zengin ve Yoksul (9-12 Ağustos 2001)
137.  Ünlüler (17-20 Ağustos 2001)
138.  Kaç Tinerci Bir Hitler Eder? (25-27 Ağustos 2001)
139.  Borsa Terördür (1-4 Aralık 2001)
140.  Popüler Kültür Üzerine Çeşitlemeler : 1 : Twiggy (3) (1-3 Mayıs 2002)
141.  Popüler Kültür Üzerine Çeşitlemeler : 2 : Değişen Türk Mutfağı (3) (4-6 Mayıs 2002)
142.  Popüler Kültür Üzerine Çeşitlemeler : 3 : Burjuvazinin Ölümcül Ayırtsızlıkları (3) (7-9 Mayıs 2002)

 

Öznel


143.  Ben Bir Karayılan’ım Taksim Parkı’nda (7 Temmuz 2001)
144.  Dalya (10-12 Mayıs 2002)
145.  İlk 101 Metin İçin Kavramsal Çerçeve (13-15 Mayıs 2002)
146.  İkinci Dalya (17 Mayıs 2003)
147.  İlk 200 Metin İçin Kavramsal Çerçeve (18 Mayıs 2003)

 

Sonsöz

·          

Dipnotlar


(1) imli 4 metin, köşe yazısı olarak değil, ana sayfada yayınlanmıştır. (‘Emin Çölaşan-‘68’liler Sembiyözü’ metni medya köşesinde yayınlandı.) Dolayısıyla, site arşivinde saklanmamış olabilirler.
(2) Sayılarda kayma olabilir. Yuvarlak hesaptır.
(3) imli metinler, Mayıs 2001’den önce yazılmıştı, yani ‘www.demokrasim.net’ için yazılmış değillerdi..
(4) 20-21 Aralık 2001 tarihlerinde açılış sayfası yenilenmesi nedeniyle site kapalıydı.
(5) Ağustos 2001 ayında da 3 gün kadar servis sunucu aksaması oldu ama günlerini anımsayamıyorum.
(6) 25 Ocak – 5 Şubat 2003 günleri arasında site kapalı kaldı.
(7) ‘Savaş Güncesi’ ve ‘İstanbul Güncesi’ metinleri ayrı kitaplar oldukları için buraya konmadılar. 200 parçayı onlar tamamladı.



Sonnot


Kümeleme başlıkları, metinlerin yazıldığı sürede, öznel ve nesnel bakış açısıyla, üzerinde mutlaka yazılmış olması gereken saydığım başlıklardan oluşur. 1 yılda 100 metin (= güncel siyaset 2 başlık sayılmak üzere, 14 başlığa 7’şer metin 5 2 öznel metin) tasarlamıştım (11 Eylül olgusu, bir istisna ve 100 yılda bir ancak gerçekleşir). İlkede bu izleğe uydum. Sorun, ikinci yılda aynı konulara mı devam edileceği, yoksa yeni bir dizi daha mı yaratılacağında…

(29 Haziran 2002)

·        

Artnotlar


·       RTÜK yasası çıkarılıp, Coşkun Ak altıncı kere mahkum edildikten sonra, internet metinlerinin seyrini daha soyut düzeye taşıdım.
·       AB uyum yasaları çıkarılınca, güncel siyasal yazılarıma geri döndüm.
·       Site; 2002 başında izlenme sırasında, tüm dillerdeki yaklaşık 5.000.000 tane arasında 1.200.000’üncü iken, Mayıs 2002’de 400.000’inciliğe çıktı. Eylül 2002’de ise 1.050.000’inciliğe geri düşmüştü. En çok izlendiğinde günde 250-500 kez tıklandığı kanısındayım.
·       Siyaset yazmak; beynimi, zihnimi, gönlümü çok kirletti. En geç Mayıs 2003’te bu alanı bırakmalıyım.

(Aralık 2002)


TEKELCİ MEDYATÖR AYDIN DOĞAN İÇİN

Aydın Doğan’ınki, Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinde belirli bir zamana yerleşen ilginç bir biyografi: 1935 doğumlu. Üniversite mezunu. Yıllarca, Koç Holding bünyesinde üst düzey yönetici olarak çalışmış. Bu, hem yüksek maaş, hem de belirli primler nezdinde, hisse senetleri biçiminde kapital birikimi demek olmuş olmalı.

Milliyet’i almayı, yani basın alanına girmeyi 1980 öncesinde akıl etmiş ama iş daha sonraya kalmış. Burada, gözden kaçan bazı gerçekler nedeniyle, tarihçesel yanlış anlamalar var. Türk basını, Cumhuriyet’in başından beridir, daima kapitalistlerin elinde oldu. Örnekse, Uzanlar’ın babası, ta 1950’lerde Yeni İstanbul’un sahibiydi. Ondan önce de, Osmanlı dönemine sarkan eskilikte bir Us ve Bilgin ailesi geleneği vardı. Doğan’ın farkı, gazetecilikte aile geleneğini ilk kez kalıcı olarak yıkmış olması. Veliahtı, yani oğlu yok. Kızların (daha doğrusu damatların) oğul Nadiler’e yaptığı ortadayken sonu kestirmek zor.

Abdi İpekçi ölmeseydi, Doğan’ın Milliyet’i bu denli kolayca satın alamayacağı çok söylenir. Kolayı oldu. İpekçi öldürüldü. Tarihin ironisi, onu İpekçi’yi öldürtmekle ima yoluyla itham eden Uğur Mumcu’nun da, onun gazetesi Milliyet’te bir zaman yazmışlığı ve sonunda kendisinin de basın şehidi edilmişliği gerçeğidir.

Bitmedi daha var: Daha 1980’den önce, Sabancılar’ın GAP bölgesinde 2.000.000 dönüm arazi satın aldığını belgeleyen Teoman Erel bir trafik kazasında öldü. O da yetmedi. Doğan Yayıncılık, adamcağızın ölümünden yıllar sonra, köşe yazılarını bastı. Kapitalistler, adamı önce öldürüp, sonra kahraman ilan edip, bir de cesedinden para kazanıyorlar.

Kızı Vuslat Doğan, Ali Sabancı ile evlendi. Bunu yorumlamak, kişisel hakaret olarak algılanabilir, pas geçiyorum. Yalnızca şunu vurgulamak uygun: Ali’nin babasının, Cumhuriyet’i satın alma olasılığı var.

Yeni Yüzyıl’ın Korkmaz Yiğit’e satılması sözkonusu olduğunda, takdir ettiğim bir manevralar dizisiyle, Doğan önce Milliyet’i ona sattı, sonra yapayca oluşturulan çalışan tepkisiyle gazeteyi geri aldı. Bu arada ödemeleri geri vermedi veya verdikleri reel karşılık değildi.

Önceleri ima edilen, sonradan doğrudan belirtilen bir biçimde, Sabah grubunda da hakimiyeti ele geçirdi. Desteği çektiğinde Bilgin ve şürekası içeri girmişti.

İçişleri bakanı Sadettin Tantan, canlı yayında kendisine yönelik imalarda bulununca, yayına doğrudan müdahale etti, Mehmet Ali Birand aracılığıyla onu özür dilemeye zorlattı. Ardından, Tuncay Özkan aracılığıyla bir intikam alma sürecine girdi.

Yaptıkları bitecek mi? Yoo…

Kapitalist sayılan ülkelerde, onun gibi tekelciler tasfiye edilirler. Koskoca Bill Gates’in yazılım tekeli imparatorluğunu parçaladılar. Bizde ise, birileri satın alınır ve oyun sürdürülür.

Bu ülkeden Çavuşoğlu-Kozanoğlu geçti, Mehmet Ali Yılmaz geçti, Asil Nadir geçti. Karacanlar, Simaviler, Nadiler batmış da, Doğan mı ayakta kalacak? Bir gün onu da münasip bir yerlerde göreceğiz elbette… En basitinden, bu oyunu ondan çok daha vahşi oynayan Uzanlar’ın Star’ını altedemediğini anımsatmakta yarar var. Eh, Uzanlar da kendilerine yapılanları herhalde unutmazlar. Doğan’ın açığı çıkmayacak mı? Çıkacak…

Bu kıssadan ne öğreniyoruz?

Bir: Basın, ilkin televizyonla, ardından cep telefonuyla, bambaşka mecralara akmaya başladı ama temel alanın haber iletişimi olması gerçeği değişmedi.

İki: Türkiye’nin en büyük zenginlerinin tamamına yakınının bankası ve gazetesi var. Yani gazeteler, artık bir finansman kaynağı olarak kullanılıyorlar. Birincisi, bilinçsiz tüketicilere kupon yoluyla gereksinim duymadıkları mallar kakalayarak; ikincisi, ihale edinmenin aracısı olarak…

Üç: Hesaba katmadıkları bir alan açıldı, internet. Henüz Türkiye’deki katı denetim bile orayı denetleyemiyor. Bu da yeni basınsal muhalefetin bir süre orada sürdürüleceği anlamına geliyor. Doğan’ın ‘e-kolay.net’ aracılığıyla bu alanda da çalıştığını anımsatmak gerekiyor. Türkiye’nin en büyük servis sağlayıcısı onun şirketi. Şirketin başındaki kişi de ‘Doğan’ soyadlı ama onunla akrabalık ilintisi olup olmadığı kamuya açıklanmadı. (Şerh: Kızıymış.)

Demek ki sürprizlere açığız, aleyhimize olabileceklere de…

(21 Mayıs 2001)

Şerh: Ocak-Mayıs 2004 tarihleri arasında bilmeksizin Aydın Doğan’ın gazetelerinden biri için çeviri yapıp onun parasıyla geçinmiş oldum. Bundan dolayı utanmıyorum. Merak ettiğim konu şu, durumu o bilseydi, bu yazıyı okuduktan sonra neler hissederdi.

İNTERNET VOLENT LİBRİS VALENT’

Sözün Latince aslı şudur: Verba volent, scripta valent: Söz uçar, yazı kalır. Durum değişti: İnternet uçar, kitap kalır.

Yıllar önce şöyle yazmışım:

“Ursula Kroeber Le Guin’in ‘Mülksüzler’ adlı bilimkurgu romanında, Shevek adlı bir bilimci, ışık hızından çabuk yol alabilmenin denklemini kurar. Herkes, birbirinden çok ışık yılı uzaktaki gezegenler arasında, anında iletişim olanağı yarattığı için hararetle kendisini kutlar. O da sorar: Söyleyecek neyiniz var?

İnternet, en yeni teknolojik oyuncak. Herkes, 1. Sanayileşme’nin başında çevreye karşı davrandıkları gibi, bu kez yapay bir ortama aynısını yapıp, tüm soyut pisliğini oraya dolduruyor. Pornolar, militarizmler (genelkurmayımız da internette), e postayla gelen reklamlar (‘spam’ler) ve daha neler neler... 10 yılda 20 harfli adres permütasyonları tüketildi; 100 harfli olsa, ne kazanılacak?

Yeryüzünün bütün matbu eserleri internete aktarılsa ne olur? Bir: Bilgisayar ekranı, okumak için ergonomik bir tasarımda değil; yoksa bilgisayarcılar gözlerinden rahatsız olmazlardı. İki: Tarama için ayrılan sürede, gereken bilgi okunmuş olabiliyor. Üç: Okyanustan tasınız kadar su, internetten kafatasınız kadar bilgi alırsınız. İnternet ile beyin olunmuyor, beyin de bostanda yetişmiyor. Bilgi-beyin kolay yollardan değil, zor yollardan geçerek oluşur. Dört: Kağıttan yapılmış bir kitap 500 yıl dayanabiliyor, manyetik alanda kodlanmış sentetik malzemeden üretilmiş bellek diskleri ortalama 5 yıl dayanabiliyor. Beş: Bir kitap 1 dolara satın alınabiliyor; internet için ise, ortalama 1.000 dolarlık bir donanım altyapısı gerekiyor.

Demek ki insan konuşamayacağı konuda susar ya da internette söyleyecek neyiniz var?”

Bu metin internette yayınlandı. Elektrik kesilse, ne olur? Telefon kesilse, ne olur? Siteniz çökertilirse, ne olur? Faturanızı ödeyemediniz, ne yaparsınız? Okuyabilir misiniz?

Biliyor musunuz ki ABD’de cep telefonu hatları ile birlikte arada bir internet de iflas ediyor. Hiç ‘hotmail’e giremediğiniz olmadı mı? Ya da bağlantınızın kilitlendiği? En son ne zaman elyazısı bir mektup attınız? Neden hemen bir tane yazmayı, özellikle en çok sevdiğiniz kişiye,  denemiyorsunuz?

Çok soru, değil mi? Rahatsız edici, değil mi?

‘www.demokrasim.net’ metinlerini kağıt üzerinde görmeden, kendimi köşe yazarı sayamayacağım.

(16 Mayıs 2001)

İNTERNETTE NASIL BİR KÖŞE YAZARI?

Rivayete göre, basın krizinden önce, yıl 2000’de gazete başına neredeyse 100 köşe yazarı düşüyormuş. (Sonrasında, 4.000 kişi işten çıkarılarak 50’nin altına düşürüldü ayrı konu…) Türkiye, bu konuda Dünya’da biricik örnek. Okuyucu köşe yazarını seviyor. Bostandan karpuz seçer gibi, köşe yazarı beğeniyor. Köşe yazarı da, hamamdaki deli misali kendini seviyor.

‘Hızlı Gazeteci’nin yazarı ve çizeri Necdet Şen şöyle bir anekdot aktarır: Bir okuyucusu, bilmem ne konusunda ne düşündüğünü sormuş. O da, o sıralar konu gündemde olduğu için, gazetelerde zaten envai çeşit görüş bildirildiğini belirtmiş. Okuyucu şöyle demiş: “Benim bu konuda düşüncem yok da, siz ne düşünüyorsanız onu düşüneceğim.” Şen, kendini bir kaz çobanı gibi hisseder. Ve gider. Gazetesinden ayrılır. Yolculuğa çıkar.

Sanat eleştirilerimi okuyanlar, benden o filmi ya da kitabı beğenip beğenmediğimi anlamak istediklerini talep etmişlerdir hep… Yani ‘tüketeyim mi, tüketmeyeyim mi?’ vaziyeti… Ben de kabzımal ya da celep olmadığımı söylediğimde, yüzüme bön bön bakmışlardır.

Sözün gelişinden belli: Bir köşe yazarı, kaz çobanı değildir. Kimsenin adına, yerine, için düşünmez. Hazır balık vermez, balık tutmanın yollarını gösterir. Kapıyı açar ama yolu okur yürür. Pazarlamacı filan değildir. Öyleleri de çoktur ama onlara ‘yazar’ denmez. Ne deneceği burada ayıp kaçar.

Ortalıkta dolanan türünden köşe yazarı desteksiz atar. Bilmediği konularda ahkam yürütür. Siz hiç ‘ben bu konuyu bilmiyorum’ diyen bir köşe yazarı gördünüz mü?

Biraz insanları kızdırayım: Köşe yazarı kesinlikle Çetin Altan gibi de olmaz. 55 yıl boyunca aynı şeyleri yazana ‘fosil’ bile denmez. Kendisinin ‘Bir Yumak İnsan’ kitabında tanımladığı, Osmanlı artığı, Cumhuriyet’e yamanmış kişilerin, ‘vatan millet Sakarya’ toptancılığı, ona da sinmiştir. GAP bölgesinde imamlı piyano resitali oldu da ne oldu? Altan, PKK terörü konusunda bir tek anlamlı satır yazabildi mi son 15 yılda? Aklı erdi mi? Dili erdi mi?

Altan, bugün Beşir Fuat’tan çok geridedir. Onu bırakın, Tanzimat’tan çok geridedir. Bir de, gerine gerine ‘çölde yüzme havuzu inşa etme düşü’ gibi saçmalıklar geveliyor. Birşeyler yapanlar varsa; Ataç’tır, Tanpınar’dır, Atay’dır.

Uygun örnek verilecekse, kendini fasulyeden adam yerine koyan Birand’ın ustası,  Sami Kohen’i yeğlerim. 40 yıl boyunca uluslararası siyaset konusunda yazabilmişlik saygı gerektiren bir durumdur, ödülü veren Doğan’ın gölgesi duruma sinse de…

Bir yazımı okuyup anlayan biri, diğer bir yazımı okuyup aval aval suratıma bakar. Bu, benim anlaşılmaz değil, disiplinlerarası olduğum anlamına gelir. Köşe yazarı ister istemez, disiplinlerarası olacaktır. Kohen’in uzmanlığına bir şey demediğimi belirttim. Bense, bilinçlice ve bilgilice her konuda yazabilmek isterim.

İnternette nasıl köşe yazarı olunur? Onu henüz bilmiyorum. Dene-yanıl aşamasındayım.

(24 Mayıs 2001)

‘CHAT’ BİR YAZMA EYLEMİ SAYILIR MI?

5 temel duyu-dil vardır: Görsel, işitsel, kimyasal, motor ve sözel.

Sözün 4 temel-somut durumu vardır: Konuşma, dinleme, yazma, okuma. Düşünme ise, soyut ve durumsuz / amorf bir eylemdir.

Yazının, edebiyat ve metin olarak, 100’ün üzerinde dalı ve altalanı vardır. Mektup, bunlardan yalnızca birisidir.

Mektup, birbirinden uzakta olan insanların, özellikle telefonun icadından önceki zamanlarda, temel iletişim alanıydı. Mektup, hem edebiyatın, hem de tarihin alanında kalır. Yazının icadından beridir, bugüne kalan her mektup, döneminin tarihçesini de gayrıresmi ve öznel olarak dilegetirir.

Elektronik posta icat oldu, mertlik bozuldu. Türkiye’de bile yollanan mektuplarda büyük bir azalma oldu.

Burada kişisel bir gözlem: Mektupların bol olduğu zamanlardan beridir, insanların eli kaleme pek varmıyor. Elektronik posta, tuhaf bir ikilem yarattı: Hem (mesaj ve post olarak) internet mektuplaşmaları var, hem de ‘e-mail’ ne tam yazısal sayılıyor, ne de tam sözel. Bu, tam da kadınların erkeklere karşıki kaypaklığına denk düştü: Kanıt sayılamayacak yazı. Tuhaftır ama intertet yasası da ‘e-mail’in yazılı suç unsuru sayılmayacağına karar verdi. Oysa, internet medyası ve yazılı mektup, yazılı suç kanıtı sayılıyor.

Gelelim ‘chat’e. ‘Chat’e ne demeli? Canlı yayında ve toplu mektuplaşma mı? İlkin, ‘chat’ ‘dedikodu’ da demektir, bunu belirtelim. Dedikodu, yazılı değil, sözlü bir eylemdir. ‘Chat’, polilogun ve iletişimin ağırlığını sıfırlıyor. Sonra herkes, ‘takma’ (‘sahte’ mi demeliyim?) adla ‘chat’ yapıyor. Yine kişisel gözlemim: Asıl adımı açıklayınca, karşı taraftakiler apışıyor. Adlarını verenler oluyor ama ad ve soyadı veren henüz çıkmadı.

‘Chat’ bir mektup mudur? ‘Chat’in e gruplarda mesaj (veya post) yazmaktan farkı nedir? Mektupla da, ‘chat’le de tanışıp aşık olup evlenenler var. Bu, ‘chat’i mektup saymaya yeter mi? Sizce, internette aşık olunabilir mi? Yoksa, oldunuz mu bile?

‘Kırkından sonra azma’ misali, ‘chat’e 41’imde başladım. 39’umda internete girdim. 38’imde kişisel bilgisayarım oldu. 19’umda bugün çoğu kişinin adını bile duymadığı ‘punch’ kartlarla bilgisayar kullanmaya başlamıştım.

24 yıl görmediğim kişilerle internet ortamında karşılaştım. Sonradan çoğuyla yüzyüze de geldim. Biri şöyle dedi: İnternette briç oynayınca kartları sayamıyorum, normal kartlarla oynayınca sayabiliyorum. Sizce neden olabilir acaba?

Bir kişisel gözlem daha: ‘Radikal on line’ da puanlama / yorum oranı 10’un üzerinde, yani 500 vuruş (yani pek pek beş dakika) yazmak isteyen insanların sayısı, istemeyenlerin onda biri kadar. Devamında: ‘Chat’te internet metinlerimi eleştirenler, ‘e-mail’ime yorum yollamıyorlar.

Tüm bu veri tabanına göre: ‘Chat’ bir yazma eylemi midir?

(15 Haziran 2001)



2001’de E GRUPLAR

31 Aralık 2000 gecesi, yılbaşını yalnız geçirecektim. 20 yıldır görmediğim, yurtdışında yaşayan bir üniversite arkadaşımla karşılaştık. İkişer duble rakı içtik. İki saatta, hızlandırılmış bir sohbet eyledik. E gruplardan ilk kez o sohbet esnasında haberdar oldum. O sırada, e grupları ‘yahoo’ satın aldı. (İnternetin ticaret yönü, başka bir yazının konusu.) Bir e gruba üye olmam bir ayı geçti. Üye olduğum ilk grup, uzaycılıkla ilgiliydi, ikincisi ise modern dans ile ilgiliydi ki ikisine de hala üyeyim.

Bilmeyenler için bir açıklama: ‘www.egroups.yahoo.com’ adresine giriyorsunuz. Üye olmak için e postanızı yazıp bir şifre alıyorsunuz. (Konu ücrete tabi değil.) Sonra, bildiğiniz bir e grup başlığı varsa, oraya giriyorsunuz, kamuya açıklar için sorun yok. Üyelik isteyenler için iki durum var: Ya rahatça üye oluyorsunuz, ya da benim ‘AFL 77’ e grubu üyesi olabilmem ama o sene mezun olan ve halen sağ olan 94 kişi dışında kimsenin olamaması gibi özel durumlar da var.

Bundan sonra yolları çatallanan bir bahçedeyiz. Daha önce bahsettiğim iki e grupta İngilizce yazışılıyor. Dünyadaki hemen her dilde e gruplar var. E grupların sayısı belirsiz ama e grupların toplam üye sayısı 5.750.000-6.000.000 arasında değişiyor. (Not: E gruplar, 900.000’in üzerinde imiş.) Gözlemim, bir e grubun ortalama 100 civarında üyesi olduğu. 60.000 konu insana acaip görünüyorsa da, büyük olasılık kim olduğunu bilmeyeceğiniz, çizgiroman kahramanı ‘Conan’ için 100 civarında grup var, bunu belirteyim.

Merak edip ‘demokrasi’ başlığını aradım. 150 civarındaki grubun 130’u Endonezyaca. (O dil olduğunu nereden bildiğimi boşverin.) İşin güzel yanı, demokrasiyle ilgili tek bir Türkçe e grup yok. İyi mi? Bu; herkesin bizde demokrasi olduğunu varsaydığını mı, yoksa asla olamayacağını varsaydığını mı belirtiyor bilemiyorum. (Not: Sonradan buldum.)

Demokrasinin kardeşi ne olabilir? Bildiniz: Anayasa. Türklüğümüz internette de sürüyor. Durum şu: Sonbaharda gündeme gelecek olan, yeni anayasa için, sivil toplum örgütleri geçen yıl bir anayasa e grubu kurmuşlar. (Bunun kardeşleri olan, ‘www.anayasam.org’ sitesi ve ‘sivag’ e grubu da var.) Bu e grubun başlığı ‘sivilanayasa’. Öykümüz sürüyor. Bu e grup, genelde sol eğilimli. Müslüman bir kişi, ısrarla orada kendi görüşlerini ileri sürdüğü için gruptan atılıyor.

Nasıl mı? Her grubun bir ‘owner’i ve birden çok olabilen ‘moderator’leri var. Sahip, kimin gruba girip giremeyeceğine karar veriyor ve gruptan adam silebiliyor. Moderatörler ise, gelen mesajları denetleyip silme veya yayınlama hakkına sahip. (Sanki, aklınıza sansür mü geldi, yoksa ben mi yanılıyorum?) Öykümüz hala sürüyor. Müslüman arkadaşımız, yeni bir e grup kuruyor: ‘sivil-anayasa’. Bir süre geçiyor. Bu gruptaki üyelerden bazılarıyla yeni sahip takışıyor ve onlar da gidip yeni bir e grup daha kuruyor ‘sivilanayasam’. Abartmıyorum. Aynıyla vaki. Gidip bakabilirsiniz.

Devamı vahim ki çok vahim. 3 grubun toplam üye sayısı 2.000 civarında. (Borsa gibi, gün be gün artıp azalıyor.) İkilemeleri hesaba katıp 1.000 kişi diyelim. Birinci olumsuz durum şu: Yazan sayısı 50’yi bulmuyor. İkincisi fecaat bir durum: Toplamdaki 10.000 mesajdan anayasa ile ilgili olan tek bir tane yok. İyi mi? Genel tartışma, din ve olur olmaz abuk sabuk konular üzerine sürüyor. Söylemlerin düzeyi, tam geyik kızartma ve kahve sohbeti civarında seyrediyor.

Türkleri böylecene boyadıktan sonra, gavurlara bir bakalım: Uzaycılıkla ilgili e grupta, tam da yukarıdakinin aynısı bir durum oldu. Hepsi de kamusal olduğu için, birbirlerine ‘en uzaycı bizim gruptur’ geyikleri yazabiliyorlar. Birinci dünyalıların hala alışamadığım negatif  ‘IQ’larına iki örnek yaşadım orada:

Birincisi: 1986’ya dek uzay kazalarında resmen 15, gayıresmen 18-20 kişi ölmüş durumdaydı ve uzaya gitmiş kişi sayısı ise 200 civarındaydı. % 10’luk bir ölüm oranı hiçbir meslek dalında yoktur, askerlikte bile. Sevgili Yankiler’e bunu açıklayamadım ki biri NASA çalışanıydı. Hırsımdan klavye yumrukladığımı biliyorum.

İkincisi: Biri tuttu, ‘2100 yılında uzayda bir milyon kişi yaşıyor olacak’ dedi. Anan yahşi, baban yahşi. Bugünden başlayarak, her gün 30 kişi gitse o kadar belki eder. Dilimin döndüğünce anlatmaya çabaladım. Beni tutuculukla suçladılar. Sanki, uzaya ben vize vermiyormuşum gibi…

Modern dans e grubu ise tam melez bir durum. Ben ilk üye olduğumda 18 kişiydik. Inının… 5’i Türk çıktı. 2’si yazan, 3’ü susan tipti. Yazanlardan biri, (bilenler için yazıyorum) ‘Seyahatname 2001’de, diğeri ‘Sultans of Dance’te dansçı oldu. Benim modern dans eleştirisi yazdığımı ve yayınlandığımı öğrenince inanmadılar, çünkü adımı hiç duymamışlardı. Papirüs’te yayınlanmış ‘Seyahatname 2001’ eleştirisini e postayla ikisine de yolladım. Tıs yok. Geri kalan 13 kişi ise, balerin tipi boş beyinli yaratıklardı. Neden modern dans yaptıklarını sorduğumda verdikleri yanıtlar, ilkokul çocuğunun kültürel zeka yaşına sahipti.

Bu konu başladı ama burada bitmez. Beni en çok ilgilendiren, sonbaharda yeniden gündeme gelecek olan internet yasasının, e grupları (ve ‘chat’leri) medya mı, yoksa e posta mı sayacağı ayrımıdır. İlki ceza kapsamında, ikincisi değil. Belirtmeye gerek yok, e gruplarda da, internette de sansürleniyorum.
(16 Temmuz 2001)

‘CHAT’TE AKSİYOLOJİK EROZYON

Aksiyolojik erozyon, değer yargılarının eriyip gitmesi, buharlaşıp uçmasıdır. 1983’ten sonraki Özal döneminde yaratılan para putperestliği (‘ben zenginleri severim’ zihniyeti) olumlanan tüm ahlaksal ilkeleri aksiyolojik erozyona uğratmıştı ki yıkım hala sürmekte. Durum, ‘chat’te de sürüyor.

İnsanlar ‘chat’te yalan söylerler. Bundan zevk alırlar. Olağandır. Çünkü; aptallıklarını, cahilliklerini, çikinliklerini, açlıklarını örtbas etmek isterler. Dolayısıyla, birbirlerine kıtır atarlar. Herkes, karşındakinin yalan söylediğini bilir ama sesini çıkarmaz. Bu sayede ülke, Calvino’nun bir kitabındaki öyküye benzedi. Orada, bir köy vardır. Herkes her gece birbirini soyar. Yalnızca biri, bir gece ahlaksal nedenlerle bunu yapmadığında, düzen (aslında kara düzen veya düzensizlik) birbirine girer. Adamı cezalandırırlar.

Türkiye’de, özellikle erkek cinsi, cinsel açlıktan ölür. Görüp de yatamadığı hoş cinsi latifler nedeniyle midir bilinmez, duvarlara tırmanır. Yalnızca kentte de böyle değildir. Kırsal kesimde zina, ensest, fiil-i livata, zoofili gırla gider. Durum, aynen ‘chat’e yansır. Şu anda ‘chat’ en çok, karşı veya eş cinsten bir partner bulmak için kullanılıyor. Edirne-Van arası deyip abartayım ama gerçekten uzak mesafelerden insanlar, önce ‘chat’te tanışıp, sonra da birbirini görmek için yol alıyor. Bunun telefon faturalarına etkisinin çözümlemesi, ilginç bir toplumbilimsel çalışma olurdu.

Türkler, bir de çok küfür ederler. Sokaklarda, en yukarıdan en aşağıya hiyerarşide tüm politikacılara, futbolculara, birbirlerine, müşteriye ve satıcıya küfrederler. Gördüğüm kadarıyla genel ‘chat’ odalarındaki küfür oranı, günlük yaşamdakinden daha aşağıda değil. Bu da ya ‘ignore’a, ya da odadan çıkmaya neden oluyor.

Gözden kaçan en önemli değer yargısı yitimi, bilgi ve zekanın silinmesidir. Akıl, kültür, her ne yaşı denirse densin, internetteki IQ ortalaması 15 yaşınki düzeyinde seyreder ki buna özellikle 50 yaşın üstündekiler dahil edilmelidir. Bunamayla çocuklaşma arası bir durumda (yaşamları boyunca o beyinciklerini bir tek kez kullanmadan) gevşeyip çözülmekteler. Asla ciddi konular konuşulmuyor. ‘Bunun için e gruplar var’ denebilir ama durum oralarda da tıpatıp aynı. ‘Chat’ Holywood filmlerinin ve televizyonun yerini aldı.

‘Chat’in en önemli sonucu, Türkiye’de yalnız yaşayan insanların sayısının çok arttığını göstermesi oldu. ABD’de bu oran tüm nüfusun % 10’u civarında. Bizde herhalde henüz % 1’dir ama ileride oraya limitleneceği kesin, çünkü boşanma ve çocuksuz evlilik-evliliksiz çocuk dengeleri oraya epeyi yaklaştı bile…
(25 Temmuz 2001)

ANTİ-CHOMSKY’İST MANİFESTO

Önnot: Bu metin, ABD’li yazar Noam Chomsky tarafından yazılmış olan, ‘İmmediast Yaklaşım : Bir Bilgi Ekolojisine Doğru’ başlıklı bildirgeye madde madde verilen yanıtlardan oluşmaktadır. (Medya Denetimi, Tüm Zamanlar Yayıncılık, Ekim 1995, 66 sayfa, sayfa: 19.)

0. Karşı ticari basılı, görsel, işitsel, modern, aktivist ve iletişime dayalı medyanın üretilmesine, farklı türlerin birbiriyle eşleşmesine, birbirini güçlendirmesine katılmak.

Yorum: E gruplarda gözlenmiştir ki en eğitimli kesim bile,  ortak ve karşılıklı etkileşimli yazıma katkıda bulunmamakta, yalnızca izlemekle yetinmekte ve söylenenlerden birini seçerek kendisinin düşüncesiymiş saymaktadır.
Farklı altkültürlerin karşı karşıya geldiğinde, daha nitelikli melez-sonuçlar yerine, daha çok bozunum ürettikleri gözlenen bir durumdur.

Chomsky, burada 1950-1990 arasındaki informatik / kognitif yanki faşizmini görmezden geliyor. Aslında, kendisi de o kültürün bir parçası durumunda. Eleştirisi, sistemi değiştiremez ve yeniden üretir durumda kalıyor, böylelikle sistemin varlığını rasyonalize ediyor.

1. Şirketsel ve devletsel medya denetiminin temel kaynaklarını, devimsellerini ve etkilerini belgelemek. Akıl denetimi, davranış değiştirme ve imaj yaratımı yöntemlerini teşhir etmek.

Yorum: Burada gözden kaçan durum şu: Bütün kültürüel modlarda zihinsel manipülasyon vardı. Medyatik olan bunu yalnızca son versiyonudur ama tek olanı da değildir. Propaganda, reklamlar, telkin, halkla ilişkiler, vaaz, seminer türü, yine günümüz tipi eylemlerde zihinsel manipülasyon vardır.

2. Aldatıcı, bilgisizlendirici ve bilinçaltına yönelik medya etkisine karşı bağışıklık kazanmayı ve ondan kurtulmayı güçlendiren araç ve yöntemleri açıkça tartışmak. Tüm iletişim medyasında çözmek, üretmek ve yayınlamak üzere, kamunun medya okuryazarlığını arttırmak.

Yorum: Zehire karşı panzehir üretmediğinizde, bazı gönüllü deneklerin o zehirden ortalama zararlı dozun çok üzerinde bir miktar alıp, bağışıklık kazanması ve antikor üretmesi (tersi durumda ölmesi, delirmesi ya da faşistleşmesi) yolunu deneyebilirsiniz. Birçok Üçüncü Dünya ülkesinde 1980-2030 arasında yeni entellektüelin başta gelen kültürel işlevlerinden biri bu olmuştur, olmaktadır ve olacaktır. Bunun nedeni, yukarıda da söylenmiş olan ve burada yinelenen kitlenin ‘okurum ama yazmam’ durumudur. Kimseye zorla metin yazdıramazsınız. Yazmayı öğretebilirsiniz ayrı konu…

3. Kültürel anlatımlar, eğitim, şebeke çalışması ve direnişi yaratmak.

Yorum: Kitleyi kültürel etkinlik katılımına çekmenin zorluğu ortada. Sıfırıncı maddenin yorumunda bunun açılımı verildi.

4. Radyo ve TV yayınlarında kamu egemenliğini ilan etmek.

Yorum: Özellik kamusallaşınca, neyin halkçıl neyin bireysel olduğu belirsizleşir. Devletin halkçıl olduğu çok tartışmalıdır.

5. Tüm kamu alanlarını, şirket ve iş dünyasının mesajlarından kurtarmak.

Yorum: Bunun için ihalelerin olmaması, yani özel şirketlerin devletle iş yapmaması gerekir ki belki bu da mümkündür.

6. Tüm ticari yayın medyasının halka devri ve halk üretim kütüphanelerinin yaratılması.

Yorum: TRT deneyiminden dolayı, özel-kamusal iletişim ikilemi, Türkiye’de iki ucu keskin bıçak konumunda.

7. Glasnost olarak kurtuluş: Demokratik halk kitle iletişim araçlarının ve medya ağının ortaya çıkışı.

Yorum: Glasnostun nerelere tosladığını son on yılda hep birlikte gördük. Kitle iletişim araçlarında demokrasi gereksinimi apaçık ortada ama bunun nasıl becerileceği henüz ortada değil. 1970’li yıllardaki UNESCO’cu atılımların da başarısızlığı ortada. Yeni bir yöntem gerek ki bu da önümüzdeki 50 yıl içinde dene-yanıl ve yap-boz yöntemleriyle bulunacak. Tümdengelimsel yaklaşım pek işe yarıyora benzemiyor. O zaman yaramayabileceğini de kestirebiliriz.

(13-16 Ağustos 2001)

METRİK AKSİYOLOJİ

Değer yargıları dizgelerine ‘aksiyoloji’ denir. Aynı kavram, ‘değerbilim’ olarak da anılır. Tarih boyunca sürekli olarak, insanları ahlaklı davranmaya ikna edecek değer yargıları üretilmeye çabalanmış ama insan türünü durumunun gösterdiği üzere, pek başarılı olunamamıştır.

Bizse, değer yargılarını tümgelimsel olarak saptamak yerine, tümevarımsal olarak kişilerin davranışlarını birbiriyle karşılaştırarak, kimin daha ahlaksız olduğunu saptamaya çabalayacak, negasyona dayalı bir yol izlemeyi yeğledik.

Önce günümüz:

Aydın devlete bağlanır mı? Devletten maaş alan beyaz kuvvet gazeteciler, ne kadar ahlaksızdır? Bir hırsızdan daha çok? Bir dolandırıcıdan daha az?

Provakatör ajanlık yapan, üzerine bir güzel bu konuya ilişkin anılarını yazan Mahir Kaynak, Abdullah Öcalan’dan daha mı ahlaklıdır? Ya Regis Debray’den? Ziver Bey Köşkü’nde Kaynak yüzünden işkence gören İlhan Selçuk, bunu kan davasına dönüştürseydi, idamlık bir suç mu işlemiş olurdu? Yoksa, 25 yıl öncesinde emsal yaratıp Cengiz Çandar’ı mesleğinden engeller miydi?

Uğur Mumcu öldürülünce, Cumhuriyet’ten ayrılıp, o zaman cumhurbaşkanı olan Demirel’in danışmanlığını yapan Cüneyt Arcayürek, bugün yeniden Cumhuriyet’te yazıp, bir de Demirel’i eleştirince, hangi olumsuz ahlak ilkelerini eylemiş oluyor? İkiyüzlülük mü, (konuma göre lafazanlık ederek) yalancılık mı, (öldürülmekten) korkaklık mı, (Cumhuriyet’in Sabancılar’a doğru itilmesinde payı olarak) ihanet mi, (emeksiz para aldığı için) satılmışlık mı?

Metin Erksan, kalkıp Ege Denizi’ni ‘mare nostrum’ (: bizim deniz) olarak kabul eden bir kitap yazdığında, şövenist mi oluyor, militarist mi, yoksa nasyonal sosyalist mi? Bu adam, kendini nasıl oluyor da ‘en zeki türk sinemacısı’ sayabiliyor? 125 IQ’lular, neden ‘dur ve sus’ demiyorlar?
Abant Toplantıları’nda Fethullahçılar’la temaşa eyleyen İlber Ortaylı ve Mete Tunçay hangi konumda kalıyorlar? Yalan söylemci mi, jakoben cuntacı mı, anti-marksist mi? Köksüz olmak varken, devletin bekası için ayakçılık eden entelejensiya olmak onurlarını kırmıyor mu?

Biraz zaman geri vitesi:

Cumhuriyet kurulurken Osmanlı’nın münevverleri hangi tarafı tutacağına kolay kolay karar verememişlerdi.

Haldun Taner’in babası, Türkiye Cumhuriyeti’nin haklarını koruyacağım diye masa başında çalışırken ölürken, kene Yahya Kemal nasıl büyükelçi yapılabilmişti?

Herkes padişahçı iken, Tatyana Moran’ın (Rus olan) babası nasıl olup da, yeni ülkeye onlarca un fabrikası kurup, Trakya’da sıtmanın kökünü kurutmaya çabalayıp hizmet edebilmişti?

Ege Bölgesi’ndeki buğday tüccarları, Atatürk tersini emretmiş olmasına karşın, Yunanistan’a buğday satarken hiç mi vicdanları sızlamamıştı?

Şimdi de gelecek: Fütürolojik aksiyoloji: Geleceğin değer yargıları ne menem şeyler olacak? Bilgi, metanın yerini mi alacak? İnsanlar bilgi mülkünün hırsızlığını mı yapacaklar?

Eski tas eski hamam mı kalacak? Bin yıl sonra bile hala, anayasa ihlallerini Anayasa Mahkemesi başkanları mı yapacak?

Metrik aksiyolojinin standart ölçüleri kurulmuş mu olacak? Yoksa, ne kantar mı kalmış, ne de topuz mu olacak?

(16 Temmuz 2001)

HİPOKRAT YEMİNİNİN DİYETİ

Bir andı bozmanın diyeti nedir?

ABD’de doktor hataları nedeniyle yılda 90.000 kişinin öldüğü, eski başkan Clinton tarafından bizzat açıklanmıştı. Türkiye için, nüfus oranı nedeniyle ve aynı hata oranı varsayımıyla, bunu dörde bölelim, 22.500 eder. Şu an bunun yılda üçü beşi kayda geçiyor. Geri kalanı ‘allah verdi, allah aldı’ oluyor.

Bir doktorun bir hastayı hata sonucu öldürmesinin diyeti nedir? Onun hayatı mı? Ailesinin hayatı mı? Hapis mi? Meslekten men mi? Para cezası mı?

Birincisinde? Yüzüncüsünde? Binincisinde?

Ötenazi, dünyanın hemen her ülkesinde yasak. O istediği için hastasını öldüren doktor, hipokrat yeminini bozmuş olur mu? Olursa cezası nedir?

İntihar, Türkiye yasalarına göre suç. İngiltere’de Mayıs 2001’de bir baba kızı istediği ve beceremediği için, onun ölmesine yardımcı olmuş. Bir doktor olsaydı, cezası ne olacaktı?

Kürtaj, şu an dünyanın bir çok ülkesinde yasal. Türkiye’de evli olmayan kadınların kürtaj yaptırması yasak. Bunu yapan doktorların cezası ne olacak (ki yılda binlerce yapılıyor)?

Ölüm durumundan başka hipokrat yeminini neler bozar?

Anadolu’daki hastanelerde, ‘DSM-IV’ kurallarına aykırı olmasına karşın, alkoliklere elektroşok veriliyor ve bu durum, ulusal psikiyatri kongrelerinde doktorlar tarafından açıklanıyor. Bunu yapan doktorlar, ceza olarak neyi hak ediyorlar?

Bir erkek doktor, hastasını cinsel taciz ettiğinde veya ilişkiye girdiğinde hangi cezayı hak eder? Birincisinde veya onuncusunda? Hastası istemiş olsa da?

İşkenceye müdahil olan veya sağlam raporu veren doktorlara ne ceza verilecek?

Ölüm oruçlarına müdahale etmeyen veya eden doktorlara ne ceza verilecek? Ölüm orucundaki birini yaşatmak için, göğüs kafesinin üstünden kalbe iğneyle girip, kanı basınçla pompalayıp, onu yaşatan doktora ne denecek? (Bu işkence değil midir?)
Devlet hastanelerinde hasta bakmayıp, illa ki özel muayenehanesine getiren doktora ne ceza verilecek? İTO üstün hizmet madalyası mı?

Hemşirelerine erkek hastalarla özel ilgilenmesini öneren başhekime ne ceza verilecek? Manukyan ödülü mü?

Harp cerrahisi konusunda en ilginç vakaları yaratıp, bunların sonuçlarını açıklayan Türkiye Özürlüler Federasyonu başkanını hapse yollamaya yeltenen GATA başhekimine ne denecek?

Bir yemini bozmanın cezası nedir?

Diyeceksiniz ki kimler ne yeminleri bozuyor. Gerçekten de bu ülkede, ne kantar, ne de topuzu kalmadı mı?

(11 Haziran 2001)

PSİŞİK MANİPÜLASYON

Psişik manipülasyon; halkla ilişkiler, reklam, telkin, propaganda, haber, vaaz, hitabet, emir, seremoni gibi araçlarla, insanları duygusal veya düşüncesel olarak, istenilen tavra veya davranışa yöneltmek yoludur.

Psikiyatristler ve klinik psikologlar, psişik manipülasyonu meslek olarak icra ederler. O yerzamanın normlarına uygun davranışları yaratmak için para alırlar. Önce insanları potansiyel hasta durumuna sokar, ardından hastaları duygusal olarak kendilerine bağımlı duruma getirirler. Hastalarını birbirlerine devrederek, döner sermaye sorununu da hallederler.

Psişik manipülasyon, insanların insanlar üzerindeki iktidarını yaratır, yeniler ve pekiştirir. Nasıl ki bir kümesteki tavuklar birbirlerini gagalayarak aralarında hiyerarşik bir düzen yaratıyorlarsa, insanlar da çoğunluk aralarında konuşarak birbirlerine üstünlük sağlarlar. Hitler’in deyimiyle, en büyük yalanı söyleyen en ikna edicidir.

Yalan söylemler, psişik manipülasyonun temel araçlarından birisidir. Ölümlülük gibi bir açmazla baş edemeyen insanlar, dinin getirdiği ruhun ölümsüzlüğü yalanına sarılırlar. Doğduğu andan başlayarak ölümüne dek açlığa mahkum edilmiş milyonlar, sınıf atlama hayallerinin peşinde koştururlar.

Psişik manipülasyon, sentimental faşizme giden yolun başlangıcıdır. Yanlış tanımlanmış sevgi ilişkileri, maraziliğin doruklarında seyrederken, aslında nefret pekişir. Siz hiç birbirini seven anne-baba gördünüz mü? Yazı-tura usülü bir seçimin ardından gelen 40 yıllık tahammül edilmeyesi koşullar, aileyi duygusal bir kanser yuvası durumuna sokar.

Temel sorun-açmaz, ‘yöneten-yönetilen’ ilişkisinin kilitlenmişliğindedir. Liderlere kendini teslim eden kitleler, o lider başarısızlığa uğrayınca, kendi adına / yerine / için düşünmek yerine, yalnızca liderini değiştirmekle yetinir. 40 yıllık ‘Demirel-Ecevit-Erbakan’ çıkmaz yolunun çözümü, aktif politiktir. Siyasal savaşımı, Meclis’in dışında, gündelik yaşamda ve sokakta sürdürmektir. Devletin müdahale olanağının sıfıra limitlendiği özgürlük hacimleri yaratmaktır.

Adına ‘tarih’ denilen son 11.000 yılda, tanrı-krallardan herkesin oy verebildiği bir düzene evrildik. İleride, kaç yüzyıl veya binyıl alırsa alsın, kimsenin kimseyi yönetmediği, dolayısıyla psişik manipülasyonların geçersizleştiği toplumsal koşullara da evrileceğiz. Şu an yapılabilecek olan tek şey, insanların insanlar üzerindeki iktidar zulmünü azaltma çabasıdır.

(27 Temmuz 2001)

SİVİL İTAATSİZLİK ÜZERİNE KAVRAMSAL ÇERÇEVELER : 1

Öndeyi

Giriş

·         Eylemler : Türkiye
·         Eylemler : Dünya
·         Eylemler : Gelecek
·         Ölçütler
·         Sorular
·         Alıntılar ve Yorumlar
·         Seçilmiş Kaynakça

 

Öndeyi


Sivil itaatsizlik, hukuksal değil, ahlaksal bir sorundur. Gelenekler ve görenekler, ahlakın bir altkümesi olarak, kimi zaman hukuk ilkelerinin üstünde sayılabilir. Örneğin, Türkiye’de kimse imam nikahlı ve/ya iki karılı olduğu için yargılanmaz. İdam cezası ise, hukuksal olarak var olmasına karşın, siyasal durumlar dışında yıllardır uygulanmıyor.
Sivil itaatsizliğin ahlaksal durumu, devlete tam itaatin limitte eldeki yerzaman koşullarıyla doğrudan faşizme limitlenmesidir. Yani insanlar, hiçbir şey yapmadıkları, kurallara ve yasalara tümüyle uydukları için, ırkçılık var oluyor.

 

GİRİŞ


‘Sivil itaatsizlik’ konusu, internette köşe yazısı yayınlatmaya başladıktan bir süre sonra gündemimi meşgul etmeye başladı. Genelde yazma konularımı okuyarak derinleştirdiğim için burada da öyle oldu. Konuyla ilgili bulabildiğim malzemenin çok yararını gördüm. Örneğin, yabancı yazarlar dahil hiç kimse, sivil itaatsizliğin halk isyanıyla ve ötesiyle ilgisini  kurmamış. Oysa ki Gandhi örneği bile tek başına yeterli. Keza, yine her zamanki gibi ulemanın (artık ‘aydın’ veya ‘münevver’ diyemiyorum, bizimkiler Tanzimat’tan beriye gerilediler), özellikle akademisyenlerin fetvacı tavrı beni deli etti. Türkiye sivil itaatsizlik eylemlerinin listelemesi çok hoş bir kavramsal çerçeve yarattı. Diğerleri onun istimiyle oluştu.
20. Yüzyıl’ın başında 50 ülke vardı. 21. Yüzyıl’ın başında 200 ülke var. Oysa, binlerce halk ve dil, yüzlerce din ve altbölümü var. Ülkeler ise, başta anayasaları olmak üzere, çok biçimci koyutlarla yönetilmeye çabalanıyor. ‘Demokrasi’ deniyor, krallıkla yönetilen 10 ve teokratlarca yönetilen 1 Avrupa ülkesi (Vatikan) var. Bulgaristan eski kralı 2001’de ülkesinde başbakan oldu. Andorra, teokrasiyi ancak 1993’te terketti. Belçika, İngiltere ve İsviçre çokluğu götüremeyebilir. Balear, Korsika, Sardunya ve Sicilya ada ülke olmayı seçebilir. Tüm bunlar uygar Avrupa’nın çatlakları. Eski SCB’nin ve Yugoslavya’nın kaça bölündüğü de ortada.
Devamında örnek olsun: Bosna’da savaşmayı reddeden Sırplar, ne ülkelerine dönebiliyor, ne de BM’den haymatlos pasaportu alabiliyor. Sivil itaatsizlik, dünyanın her yerinde bedeli muazzam olabilen (yani ölüme varabilen) eylemler gerektiriyor.
Tüm alınan momentler 2001 için geçerlidir. 2001, yeni bir onyılın, yüzyılın ve binyılın ilk yılıydı. O nedenle simgesel bir önemi var.

 

EYLEMLER : TÜRKİYE

1.        TÖS Grevi : 1969
2.        Astsubay Eşlerinin Ankara’ya Yürüyüşü : 1970
3.        İstiklal Marşı’nda Hazırolda Durmama : 1979
4.        Oy Vermeme : 1983-2001 (Seçmen kütüklerine yazılı olmayan çok kişi var)
5.        Vicdani Retçiler ve Asker Kaçakları : 1984-2001
6.        Ölüm Oruçları : 1984-2001
7.        Cumartesi Anneleri : 1995-1997
8.        Türban Eylemleri : 1995-2001
9.        Bergama’da Siyanürlü Altına Hayır : 1996-1998
10.     Susurluk İçin Lamba ve Düdük Eylemi : 1997
11.     Batman’da Gençkız İntiharları : 1998-2000
12.     KESK (Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu) Eylemleri : 1999-2001
13.     Milletvekilerinin parti başkanlarının isteği dışında davranmaları (1999 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olan MHP’li Somuncuoğlu ve 2001’deki kurultayda DSP’de başkan adayı olan Sema Pişkinsüt)
14.     İnternette E Gruplar ve Gazeteler 2000-2001
15.     Memur Kadınların Pantolon Giymesi : 2001 (kadın milletvekillerinin erkek tavrının yanında yer alması, kadınların aleyhindeki eski bakan Işılay Saygın diğer bir örnek)
16.     Milletvekili Dokunulmazlığını Kullanarak Devletin Hukukdışı Edimlerini Açıklamak : 2001 (Fikri Sağlar ve Sema Pişkinsüt)
17.     Nüfusta Sayılmama ve Nüfus Kağıtsızlık : 2000 (6-7 milyon kişinin nüfusu kağıdı taşımadığı 2001’de DİE (: Devlet İstatistik Enstitüsü) genel müdürü tarafından açıklandı, 2000’de yapılan son nüfus sayımında bir kaç yüz bin kişinin sayım memuruna kapıyı açmadığı sanılıyor)
18.     Jöleli Saçlı Erkek Lise Öğrencileri : 2001 (ergenlerin durumuyla ilgili en somut örnek)
19.     Yasak İş Kollarında İş Yavaşlatmalar : 2001
20.     Çiftçilerin Eylemleri : 2001 (bakana yol vermeme, sesli protesto)
21.     Vergi Vermeme : 2001 (batan 10 küsur bankadan ve 10 milyar dolardan sonra)
22.     İkametsizlik : 2001 (evsizler)

SİVİL İTAATSİZLİK ÜZERİNE KAVRAMSAL ÇERÇEVELER : 2

 

EYLEMLER : DÜNYA


1.        H. D. Thoreau (ABD 1840’lar, kavramın ad babası, köleciliğin karşısında yer aldı)
2.        Bertrand Russell (1. Dünya Savaşı’nda İngiltere ordusunda askere gitmeyi ret (hapse giriş) ve ABD’nin Vietnam Savaşı’nda işlediği insanlık suçlarını araştırma)
3.        Mahatma Gandhi (1930’lar, Hindistan’ı pasif direnişle kurmak ama suikastle öldürülmek)
4.        Martin Luther King (1950’ler ABD’de Zenciler’in haklarını savundu ve öldürüldü)
5.        Muhammed Ali Clay (dünya ağır siklet boks şampiyonu, Müslüman oldu, Vietnam Savaşı’na gitmeyi reddedip hapse girdi)
6.        1968 olayları
7.        Jürgen Habermas (1970’ler Almanya kuramcı)
8.        Hannah Arendt (kuramcı)
9.        ABD vatandaşlarının Vietnam’da savaşmamak için kaçışları (Mel Gibson ters özel örneği, babası kaçırmış, o da geri dönüp Holywood yıldızı oldu)
10.     Sırbistan vatandaşlarının Bosna’da savaşmamak için kaçışları (BM onlara haymatlos pasaportu vermedi)
11.     Seatle ve Cenova’daki anti-globalist gösteriler (1998 ve 2000)

 

·          

 

EYLEMLER : GELECEK : DÜNYA ve TÜRKİYE

 

1.        Askerlerin uygun bulmadığı emre uymama hakkının kullanması : Türkiye’de kayıtlı örneği yok.
2.        Hükümetin MGK kararlarına uymaması : Kayıtlı örneği yok.
3.        Medyanın savaşa karşı kampanya başlatması : Kayıtlı örneği yok.
4.        Entellektüellerin toplu olarak ateistliklerini beyan etmeleri : Kayıtlı örneği yok.
5.        Eşcinsel sanatçıların toplu olarak durumlarını açıklamaları : Kayıtlı örneği yok.
6.        Evkadınlarının toplu eylem yapmaları : Bir iki kayıtlı örneği var.
7.        AB yasalarını ihlal. AB’yi dağıtma eylemleri : Henüz kayıtlı örneği yok.
8.        Krallıkların tasfiyesi için eylemler.
9.        ABD’li zenci Müslüman’ların toplu eylemleri.
10.     BM’nin tasfiyesi eylemleri.
11.     Dünya markalarına boykot.
12.     Cep telefonlarını kilitleme. Abone sayısını dünya nüfusunun % 10’unun altına çekiş eylemleri.
13.     Kredi kartı şirketleriyle mücadele.
14.     Haftalık mesai saatını 2010’da 35’e, 2020’de 30’a indirme eylemleri.
15.     Televizyonsuz hane oranını 2010’da % 10’a, 2020’de % 20’ye çıkarma eylemleri. Aygıtları kırma gibi yıkıcı, kitap hediyesi gibi yapıcı yöntemler kullanılabilir.

16.     Globalizm karşıtı mücadeleler.

17.     Dünya borsalarını bloke etme.

18.     Uyuşturucuya karşı mücadele. Uyuşturucunun yasallaştırılması eylemleri (bunun sivil itaatsizliğe girip girmediğine ilişkin şerh).

19.     Dinin, oy verme, mülk edinme ve evlenme hakkı gibi, 18 yaşında edinilmesi.

20.     İnsan Hakları Bildirgesi’nin yeniden yazılması (örneğin ‘evrensel’ sözcüğünün kaldırılması ve geçerlilik / değiştirme vadesi konması).

21.     Asker kaçaklarını koruyacak uluslararası hükümet dışı ve sivil toplum örgütleri yaratmak.


(Aralık 2001)






SİVİL İTAATSİZLİK ÜZERİNE KAVRAMSAL ÇERÇEVELER : 3

 

ÖLÇÜTLER


Yasadışılık (ama hukuk içi ve ahlak içi olabilir)
Alenilik
Sonucu Kestirilebilirlik
Siyasal Sorumluluğun Üstlenilmesi
Hukuksal Sonucun Üstlenilmesi (Türkiye’de genelde işkence ve hapis, asker kaçaklığı savaşta idam)
Şiddetin Reddi
Kamu Vicdanına Yönelik Çağrı
Tekil ve Ciddi Haksızlıklara Karşılık
Haksızlıkla Makul İlişki
Çifte Standartsızlık (başörtücülerin daha önce kimsenin derdiyle ilgilenmemişliği, ‘mini etek ve başörtüsü’ anekdotu)
Normallik < Ayrallık, Marjinallik < Sivil İtaatsizlik < Halk İsyanı < Savaş (İç Savaş, Terör, Karşı Terör, Darbe, Devrim, Karşı Devrim, Yeni Ülke)
Ayralların Sivil İtaatsizlik Durumu
Normallerin Sivil İtaatsizlik Durumu
Entellektüellerin Sivil İtaatsizlik Durumu (resmi itaatli aydın)
Sivil İtaatsizlik Kavramının Zaman ve Mekan İçindeki Değişimleri
Sivil İtaatsizlerin Birbirine Karşı Durumu : 1. İHV (İnsan Hakları Vakfı) ve İHD (İnsan Hakları Derneği ki devlet tarafından dışlanıyor), iki Yeşiller Partisi, Cumartesi Anneleri ve Mazlum-Der (aynı alandaki kurumlar genelde çatışıyorlar gözlemi). 2. Asker kaçakları eşcinsellerin durumuyla ilgilenir mi, ilgilendi mi?
Sivil toplum örgütlerinin sivil itaatsizliğe karşı tutumu
Meslek örgütlerinin (TÜSİAD, TOBB, İTO, İSO, sendikalar, meslek odaları) sivil toplum örgütü olarak durumu (ki genelde yarıresmi sayılıyorlar)
Derneklerin ve vakıfların sivil toplum örgütü olarak durumu (ki genelde az resmi sayılıyorlar)
Sivil itaat-sizilk ve konformizm ilintisi.
Popüler kültürün, sivil itaatsiz isyan ve bayağılaşma kaotik gergefi (arabesk müzik örneği).

·          

 

SORULAR


1.        Çocuklar, sivil itaatsizlik eyleminde bulunabilirler mi? (anababasını reddedip kreşe kaçan çocuk)
2.        Ergenler, sivil itaatsizlik eyleminde bulunabilir mi? (jöleli saç durumu)
3.        Evkadınları, sivil itaatsizlik eyleminde bulunabilir mi? (kocasıyla yatmayarak)
4.        Yaşlılar, sivil itaatsizlik eyleminde bulunabilirler mi? (huzurevine kaçarak)
5.        Öğrencilerin, özellikle üniversite öğrencilerinin sivil itaatsizliği kendiliğinden midir (1968’den beridir)?
6.        İşçilerin sivil itaatsizliği kendiliğinden midir?
7.        Partilerin siyasal eylemleri hangi durumlarda sivil itaatsizliktir (diyelim oy vermeme veya geçersiz oy verme çağrısı)?
8.        Türkiye’de sivil itaatsizlik kavramı, ne zamandan başlayarak işletilebilir ya da Cumhuriyet başlangıcındaki intiharlar sivil itaatsizlik miydi?
9.        Halk isyanı ve sivil itaatsizlik ayrımları, nerelerde seyreder?
10.     Bedelli askerlik yapanların durumu, vicdani retçiliğe girer mi?
11.     Tek tek tüm ayral kümelerinin durumu, sivil itaatsizlik açısından nasıl irdelenebilir? (Katatoni ve otizm bir başkaldırı mıdır?)
12.     Eşcinsellerin evlenmesi, evlatlık edinmesi ve çocuk yaptırması, sivil itaatsizlik midir?
13.     Kendini kısırlaştırtmak, sivil itaatsizlik midir?
14.     İntihar ve ötenazi birer sivil itaasizlik midir?
15.     Ülker Sokak (1995) eylemleri, sivil itaatsizlik miydi?
16.     Camisiz ve kilisesiz semtler istemek, sivil itaatsizlik midir?
17.     TBMM’de temsil edilmeyenler ne yapabilir?
18.     Köylü sivil toplum olabilir mi? (Köylü sivil itaatsizlik tanım gereği olmak zorunda, çünkü yapısı kentli olmayan toplumlar bayağı çok.)
19.     Yazısız sivil itaatsizlik olabilir mi? (Kastedilen, kent toplumunun koşutunda, sözel toplumun durumu ki global nüfus olarak hala fiilen % 50 orana sahipler.)
20.     Sivil itaatsizlik, tanım gereği nicel olarak azınlıklara mı aittir?
21.     2. Dünya Savaşı boyunca, İran’daki, Irak’taki, Türkiye’deki Kürtler’in Hitler’le işbirliği sivil itaatsizlik miydi? Rusya’daki Tatarlar’ın Stalin’e karşı, Hitler’le işbirliği sivil itaatsizlik miydi?
22.     Sivil itaatsizlik; bireysel midir, toplumsal mıdır, kurumsal mıdır?
23.     Vergi numarasızlık ve/ya işportacılık vergi açısından sivil itaatsizlik midir?
24.     Banka numarasızlık ya da tüm parasını nakit olarak üzerinde taşımak sivil itaatsizlik midir?
25.     İşportacılık, sivil itaatsizlik midir?
26.     Okula gitmemek sivil itaatsizlik midir (okumayazma öğrenmemek kastedilmiyor)?
27.     Sendikasızlık, bin dolarlık giysi alan DİSK başkanından sonra, sivil itaatsizlik midir?
28.     Mülksüzlük, sivil itaasizlik midir?
29.     Gönüllü yurtdışı sürgünlük, sivil itaatsizlik midir?
30.     Ormanı yakıp veya söküp bedavadan tarla yapmak sivil itaatsizlik midir?
31.     Devlet arazilerine gecekondu yapmak sivil itaatsizlik midir ? (1940’ta evet, 1980’de hayır)
32.     İnsanlar neden hep itaat ederler?
33.     Arabesk sivil itaatsizlik midir? (1970’te hayır, 1980’de hayır hayır (yani kesin devletsel / resmi kültürsel boyun eğiş), 1990’da hayır (protest, Ahmet Kaya daha çok), 2000’de hayır)

·          

SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA


Sivil İtaatsizlik : Kamu Vicdanına Çağrı, Derleyen ve Almanca’dan çeviren : Yakup Coşar, Ayrıntı Yayınları, Ocak 1997, 222 sayfa.

Sivil İtaatsizlik, Jürgen Habermas, AFA Yayınları, 1998.

Sivil İtaatsizlik, Yayına hazırlayan : Hayrettin Ökçesiz, Demokrasi Kitaplığı, Ekim 1999, 278 sayfa.

Sivil Toplum Kuruluşları Rehberi, Afete Karşı Sivil Koordinasyon, 2000, 254 sayfa.

Abant Platformu : 4 : Çoğulculuk ve Toplumsal Uzlaşma, Yayına hazırlayanlar : Cemal Uşşak, Ömer Baldık ve Kevser Türkay, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınları, 2001, 320 sayfa.


SİVİL İTAATSİZLİK ÜZERİNE KAVRAMSAL ÇERÇEVELER : 4

ALINTILAR ve YORUMLAR

Eylemler : Türkiye

Ölüm Oruçları: Bilerek en zor madde seçildi.
1984’ten beridir onlarca kişi ölüm oruçlarında öldü. Onun birkaç katı sayıda insan da zihinsel yıkım yaşadı ve hala sağlar.
İlkin: Neden ‘ölüm orucu’ deniyor (ve de ‘açlık grevi’)? ‘Oruç’ varsa, ‘şehit’ de olur. Ne yazık ki ‘devrim şehidi’ de deniyor. Oysa, ‘ölüm diyeti’ ve/ya ‘intihar orucu’ denebilir.
İkincisi, dünyanın en uzun süreli ölüm oruçları bizde oldu. Kuramsal olarak mümkün olmayan süreler boyunca kişiler sağ kaldı.
Devam: Doktorların mühadahelesi: Devlet doktorları buna zorladı ve uymayanları da cezalandırdı. Oysa, hekimlik yemini, hasta istemezse doktora müdahale hakkı tanımaz. Bu, özellikle uluslararası tıpsal kuruluşlar tarafından ‘ölüm orucu’ maddesi olarak kesinkes belirtilmiştir, çünkü dünyada bu sorunu bir tek yaşamıyoruz.
Ölüm oruçlarıyla canlı bombalık birleşince, dünyadaki başkaldırı literatürüne biricik örnek olarak geçtik. Yaşamayı ve yaşatmayı değil de, ölmeyi ve öldürmeyi becerebilmemiz çok acı.
Zihinsel yıkıma kimse aldırmıyor. Ben üç tanesini gördüm. Anımsamak bile ellerimi titretiyor. Militanların bu konudaki duyarsızlığı, devrimi başarsalardı, yapacakları kıyımın bir göstergesi bence.
İntihar, bir itaatsizliktir doğrudur ama sivil midir bilemem…

Eylemler : Dünya

Gandhi örneği, sivil itaatsizliğin, halk isyanına kayabilen en uygun örneği. Bir ülke böyle kuruldu. Kaldı ki Gandhi’nin havsalası geniş değilmiş. Bugün bir ülkenin ulaşım, iletişim, enerji ağları, hiçbir şiddet göstermeksizin, çok kolayca iptal edilebilir. Bunlar olmadan, sizin davanızla hiç mi hiç ilgilenmeyen kamu, olağan köle yaşamını sürdüremeyeceği için, kısa sürede konuya dikkat eder.
IRA mensubu Bobby Sands’in ölümle sonuçlanan açlık grevi de, barbarlık aşamasının Batı’da bile hala geçilmediğinin bir göstergesi.

Eylemler : Gelecek

Borsanın yok edilişinin 2. Sanayileşme’ye olası etkisi, henüz kestirilemez bir parametre. Borsa, kapitalizmin tapınağı. En etkileyici ritüelleri orada yaşanıyor. Kapital devlerinin bu alandaki herhangi bir aksamaya tahmin edilebileceğinden çok daha sert tepki vereceği kesin. Bu alanda yok olan ekonomik değerlerin milyonlarca kişiyi aç bıraktığı da kesin. Anti-globalistler bu konuda şimdilik yalnızca borsadan ek vergi alınmasını öneriyorlar.

Ölçütler

Şiddet: Tuhaftır, sivil itaatsizlik savunucuları bile ısrarla şiddeti dışlamaya çabalıyorlar. Bu korkaklıktır. Darbecileri ve işkencecimi öldürme hakkına neden sahip değilim ki? Hangi cibiliyetsiz bu konuda fetva verme hakkına sahip? Stammheim kökenli deyi uyarınca: Terör, devlete karşı özsavunma olabilir. Ayrıca, Arafat teröristti de ne oldu? Şimdi saygın bir ülke başkanı. Bu adam binlerce masum kişinin ölümünden sorumludur. Belçika’daki mahkemede de yargılanacaktır.
Yakınlarını onun yaptığı evlerde yitiren bir depremzede, Veli Ölçer’i neden öldürmesin? Anayasa polis müdahelesini yasaklamışken, mitinglerde copla öldüresiye insan döven polisler neden dövülmesin?
Yalnızca soru kipi işte…

Sorular

Ülker Sokak eylemleri sivil itaatsizlik miydi? Kısa ve kesin yanıt: Mülkiyete yönelik lümpen bbir eylemdi. O eylemler sayesinde, o eylemleri düzenleyen yaşlı kadınk aynı sokakta yirmiye yakın daire sahibi oldu. Nereden mi biliyorum? Orada oturuyorum da ondan.
Devamında kültürel kaotik süreçler için çok ilginç örnekler var: Sokak şu an BM gibi. Filipinli hizmetçiler, hristiyan zenciler, öğrenci Japonlar, bekar çiftler, emekli dönmeler…
Eski ayralların yerini yeni ayrallar aldı. Şeriatçı, eski kapıcı, evsahibi taşralılar burayı yeğliyor. Ev fiyatları başabaş ödeyebilecekleri düzeyde. Eski lümpenlerle yeni lümpenlerin kültsel (ya da başka bir deyişle altkültürsel) sürtüşmesi ilginç. 1999’daki yerel seçimlerde, MHP’li kadın muhtar adayının reklamı, ışıldaklı polis arabasından hoparlör aracılığıyla yapıldı ama seçimi ÖDP’li kadın aday kazandı. (Ben kronik bir oyvermezim, o nedenle kendi oyumu belirtemiyorum.)
Sivil itaatsizlikle lümpen bayağılaşma birbirine çok yakındır. Kayıtdışı ekonominin sınıf atlama ve açlıktan ölme sınırını burun buruna yaratması gibi…
Sormaya devam: Sivil itaatsizlik nedir ve ne değildir?

(Aralık 2001)

İSYAN ZANAATI : 1

Standart Biyografiler Hep Vardır

Taş Çağı insanı da, günümüz sanayi toplumu insanı da, daha doğmadan belli standart yaşam biçimlerini üzerine almıştır. Avcı-toplayıcı toplumda kimin ateş yakacağı, kimin avlanacağı, kimin çevrede meyve toplayacağı hep sabittir. (Ya da başka bir deyişle: Toplumsal yaşam insanları her zaman ilerletmez.)
Günümüz insanı için, ‘eğitim-mesai-emeklilik’ yaşamı üçe böler. ‘Uyku-mesai-tatil’ başka bir biçimde üçe böler. ‘Gençlik-orta yaş-yaşlılık’ diğer bir dilimlemedir (ki bu dilimleme yediye dek çoğaltılabiliyor). ‘Evlat-anababa-büyükanababa’ gibi başka bir zamansal standart da vardır.
Tüm standart biyografilerde zaman ve mekan düzenlemesi, birden çok format içerse de, sabittir. Evlenirken beyaz gelinlik giyilir. Emeklilik ikramiyesiyle ev alınır. İlk çocuğun adı anababadan birininki olur.
Standart biyografilerin nafileliiği ve beyhudeliği, yaşamın son yıllarında anlaşılır. 70 yıl boşa heba edildiği için de, yapılacak hiç bir şey kalmamış olur. Onun için oyun sürdürülür, susulur ve ot gelip saman bile olamadan gidilir, pardon ölünür.

Tüm Kimlikler ( = Roller + Statüler) Faşisttir

Toplumda insanları kimlikleri, bireylikleri, benlikleri, özneleri, kendilikleri, kişilikleri belirler.
Kimlikler, biz doğarken verilmiş rollerden ve statülerden oluşur. Roller; baba, öğretmen, aşık gibi olabilir. Statüler; mesleksel (müdür), dinsel (vaiz), hukuksal (yargıç) gibi olabilir. Her ikisinde de tutumlar ve davranışlar, yerzaman içinde normları değişse de, tek bir yerzaman içindeki kültürde standarttır.
Buradaki faşizm, bunların belirleyiciliğinin ‘yasak’ tanımını çok fazla içermesidir. Yapılması ve yapılmaması gereken tüm davranışlar birleşince, kişisel olarak belirlenecek hiç bir şey kalmaz.

Asıl İsyan Ölümedir


3 temel ölüm biçimi vardır: Kültürün ölümü olarak faşizm, zihnin ölümü olarak delilik, bedenin ölümü olarak ölüm…
Asıl isyan bu 3 temel-asal ve diğer tali-bileşik ölüm biçimlerine isyan etmek, yani panzehir aramak ve yaratmaktır.

(15 Mayıs 2002)

İSYAN ZANAATI : 2

İsyan Örneklemeleri

Psikolojide, aşılmaz bir engelle, örneğin bir duvarla karşılaşan insanların gösterdikleri davranışlar sınıflandırılmıştır.
Atletik tip duvardan atlar, bezgin tip duvarın önünde çöker kalır, korkak tip geri döner, araştırıcı tip alet yapar. Bunlar temelde 4 adet sayılır ama pekala çeşitlemeler de olabilir. Örnekse, yıkıcı tip duvarı parçalayabilir.

İsyanlar da böyle çeşitlemeler gösterebilir. 1980 ertesinde toplum, Dursun Ayan’ın deyişiyle ‘öğrenilmiş çaresizlik’ içine itilmiştir. Yıl 2002’de iktidar seçkinleri kitleyi hezimetle mağlup ettiklerini sanıyorlar ama çook aldanıyorlar.
İsyan biçimleri üzerine de, kitaplarda bir çok sınıflandırma var ama biz 1960-2000 arasındaki tarihçemizden örnekleyerek açılım getirelim.

Devrimci isyan: Bir zamanlar devrim yarından da yakındı. Gerçekten de öyleydi. 10.000 silahlı insan, özellikle köylüyü olmak üzere, emekçi kesimi çok iyi örgütledi ve devlete kafa tuttu. Sonra da kemikleri kırılmacasına tuşla yenildi. 600.000 kişi işkence gördü, 1.000 kişi öldürüldü, 30.000 siyasal göçmen oluştu.
Devrimcilerin üç büyük stratejik hatası vardı: Yumurtayı balyozla kırmak, halkını tanımamak ve mayoz bölünme yetisi, yani işbirliğini becerememek.

Şeriatçı isyan: Son yıllarda kamuoyu araştırmalarında şeriat isteyenlerin oranı % 30’a dek çıktı. (Yine benzeri araştırmalarda insanların % 80’i kendini demokrat olarak niteleyebildi.) Şeriatçı partiler ‘kanlı mı, kansız mı?’ tribine girdiler. % 10 Alevi’yi, % 10 ateisti, % 10 militaristi, % 10 kemalisti hesaba katmadılar. Düşmanlarını küçümsediler ve oyunu kaybettiler.

Etnik isyan: 15 yıl ve 100 milyar dolar zarar. 40.000 ölü. Onlar da az kaldı başarıyordu. Gerillanın orduyu yenebileceğini kanıtladılar. Onların da ıskaladıkları, kendi halkına zulmederek savaş kazanılmaz, kara para değirmeninin suyu kesilebilir, ilerici kesimlerin desteği gidebilir idi.

Karşı isyan: Tezlerin anti-tezleri oluyor. İsyanların da bastırılmaları oluyor. Ordu 40 yılda 4 darbe yaptı. Toplumun hızlı değişimini durdurdu. Onlar da ellerini sonsuz parmaklı sanmakla yanılıyor. Bir de zaman aşımı yok, unutuyorlar.

(15 Mayıs 2002)

İSYAN ZANAATI : 3

B Planı İsyanı : 11 Eylül 2001


A planları genelde işletilen ana yol projeleridir. B planları, A planları çuvalladığında işe yarar ama insanlar genelde duvara çarpana dek farklı bir çözüm aramazlar.

İkinci Dünya’nın çöktüğü 1989’dan sonra, ABD tek dünya jandarması kaldı. Yeni liberalizm, kuzu postunu bırakarak dişlerini tümüyle çıkarıp kurtluğuna geri döndü. Askeri Strateji 2000, Körfez Savaşı, şu bu, 10 küsur yıl apışıp kaldık.

Derken bir sabah erken, darbe olmadı. Gökdelen darpı oldu. ‘B planı, her zaman yapıcı olmaz’ı gördük. Daha doğrusu Yankiler bakarkör oldu.

Ardından, ‘tieyt layn, anamı kesen ben, babım kesen ben’ tipi bir çıkış yaşadık. Dünyanın en fakir ülkesi, dünyanın en zengin ülkesi tarafından yakılıp yıkıldı. İkiz Kuleler’dekinden çok sivil öldürüldü.

Ancak, B planı bitmiş değil… Usame bin Ladin sağ… Çakal Marcos ve Leyla Halid’in sağ olduğu gibi… Her ikisinin de hala bir şeyler becerebildiği gibi…

Dünyada şu an 11 Eylül’ün on mislini becerebilecek 50’nin üstünde kadro var; buna PKK ve TİKKO dahil… MİT ve JİTEM de dahil… Unabomber türü ‘private enterprise’lar hesaba dahil değil… Yani B’den Z’ye, Elif’ten Vav’a dek bir çok planlar ve plancıklar üretilebilir.

(Burada hatırlatılması ve vurgulanması gereken bir durum var: Olumsuz eylemler övülmüyor. Zehirin panzehiri aranıyor.)

Beyzbol finalinde açık hava stadının tepesinde bir zeplin patlatılsa 50.000 ölü umulur… Barbara Streisand, New York Central Park’ta konser verdiğinde bir milyon izleyici gelmişti. Bu kez % 10 verim olsa, 100.000 telefat garanti… En zayıf nükleer reaktörün duvarı Çernobil usülü delinse, 10.000 ölü yazılır. Başkanların heykelleri yok edilirse, daha çok psikolojik gerilim yaratılır. 100.000 katılımlı zenci-müslümanların beyaz-hristiyanların mallarını talanı / yağması olabilir (ki daha önce de birkaç kez gerçekleşmişti).

Benim favori planım ‘B’ şıkkı…

(16 Mayıs 2002)


İSYAN ZANAATI : 4

Mikro-Bireysel 2 İsyan Türü


İsyanların büyük ölçekli ve toplumsal olacakları gibi bir zorunluluk yok. Bir çok mikro ve bireysel isyan olabilir. Onlardan ikisi örneklendi.

 

İsyan Olarak İntihar


İntihar bir isyan mıdır? Bir insan, ölecek ve/ya öldürecek denli üzülmüş, öfkelenmiş, korkmuş, kaygılanmış, nefret etmiş, acı çekmiş ise, artık isyandadır demektir. Yalnızca, başkalarını öldüremediği için, kendini öldürüyordur.
Batman’daki genç kız intiharları kesinkes isyandır. Devlet görevlileri ile resmi nikahsız birlikte yaşayıp, onlar bölgeden ayrılınca, babaevine dönüşleri yasaklanan insanlar ne yapabilir? (Üstelik paraları aileleri alıyorken…)  Seks işçisi olmaktan başka seçenekleri kalmaz. Onun yerine intihar ederler. Babalarını öldüremiyorlar…
Ölüm oruçları kesinkes isyandır. İntihardır da… F tipi cezaevlerinin dünyadaki sonuçları ortadayken, oraya konmamak için ölümü seçmek yadırgatıcı bir durum değil…
İntihar, kaçacak yol kalmadığı duygusunu anlatır.

İsyan Olarak Delilik


Delilik, zihnin ölme biçimlerinden yalnızca birisidir. Koma vardır, alkolizm vardır, uyuşturucu vardır, beyin ölümü vardır…
Delilik ne zaman bir isyan olur? 2 örnek vereyim: 1978’de ve 1980’de ikisinin de babası büyükelçi olan, ikisi de babası tarafından büyükelçi olarak eğitilmek istenen, ilki o tarihte 34, ikincisi o tarihte 40 yaşında olan iki erkek tanıdım. Ağır şizofreni tedavisi görüyorlardı. İlki dalgıç olmak istiyordu, ikincisi hiç bir şey olmak istemiyordu. Öykülerinin devamını ne yazık ki öğrenemedim. Açık olan bir şey var: İkisi de babalarına karşı çıkamadıkları için, deliliğe sığınıyorlardı. Edilgin bir isyan tutumu takınıyorlardı.
Katatoni en edilgin zihinsel isyandır. Hasta, kilitlenir ve hiçbir kasını kullanamaz. Dış dünyadan gelen konuşma türü uyartılara da yanıt vermez. Onu en uç tepki sayabiliriz.
Delilik; normlara (ya da zorbalıkla dayatılan normalliğe), rollere ve statülere isyandır.

(18 Mayıs 2002)

İSYAN ZANAATI  : 5

Budalalar Gemisi Batıyor : Ne Yapmalı?


Orta Çağ’da istilalar, salgın hastalıklar, din savaşları, milyonlarca kişiyi öldürürken, sanatçılar böyle bir mecaz icat etmişler. Burada gemi, devlet veya tarih anlamına alınabilir.
Tarihin, ilerleme dönemleri olabildiği, duralama ve/ya gerileme dönemleri de olabiliyor. Eh, batma dönemleri de var işte. Yeni devletlerin kurulabilmesi için eskilerinin yok olması gerekiyor, çünkü dünya epeyi süredir doldu.
Künye:
Gemi Batıyor : Seyreden Yok – İlerleme Fikri, Paolo Rossi, Nisan 2002, Dost Yayıları, 134 sayfa.
Künye:
Gemi Batıyor : Seyrediyorlar, Hans Blumenberg, Nisan 2002, Dost Yayınları, 98 sayfa.
Yorum:
Batan gemiyi seyretmenin bir anlamı olabilir mi? Enazından gerçek durumda, sen geminin içinde değilsen, bir anlamı olabilir. Oysa Pascal, ‘hepiniz bindiniz’ demiş, yani ‘hepiniz gemidesiniz’ demek istemiş. Tarih batarken biyografiler yüzebilir mi? Ne yazık ki evet. Hatta Lale Devri usülü, bade içip, güzel sevip,  göbek bile atarlar. Kitle ise, kafayı çevirip seyretmemeyi yeğler.
‘Seyrediyorlar’, iki tümce akla getiriyor: Bir öncekine atfen ‘seyreden çok’ ve Türkçe bir deyim olan, ‘öküz trene bakıyor’.
Kitaplardan ilki, 1979’da, ikincisi 1992 sonrasında yazılmış. İkinci yazarın, birinci kitabı okuyup okumadığını bilemiyoruz. Ancak, Alman olanın başlığı ile İtalyanca olanın başlığı inanılmaz bir biçimde çakışıyor. ‘Fragi’nin ‘kırılma’ anlamı, ‘bruch’ta da var ve o aynı zamanda ‘bataklık’ demek. Türkçe’de ‘seyredenli’, ‘seyircili’, ‘seyredensiz’ ve/ya ‘seyircisiz’ gemi batışından söz edilebilir mi?
Tarihin batışını seyredenin olup olmaması neyi değiştirecek? Osmanlı’daki vaka nüvisler idamları, salgınları, katiliamları, vb hep aynen kaydetti, yani seyretti. Sonuç değişti mi?
Sorumuz bu: Tarihçi tarihi seyrederken, yani yazarken, tarihi değiştirebilir mi, değiştirmek ister mi, değiştirmeli midir?

(18 Mayıs 2002)

İSYAN ZANAATI : 6

İsyan x Bağlanma : Entellektüelin İmkansız Siyaseti

İsyanın karşıtı tutum bağlanmaktır. Komünizm olabilir, faşizm olabilir, şeriat olabilir, etnisizm olabilir, militarizm olabilir. Dünyadaki devlet türleri saymakla bitmez. Her ülkede entellektüel olduğundan dolayı, entellektüelin neye karşı çıkacağı ve/ya neye bağlanacağı çok değişir. O nedenle, araçla amaç yer değiştirebilir.

Devletle entellektüelin bir araya gelmesi aslında imkansızdır. Neden? Hiçbir devlet farklı olana özgürlük tanımaz da ondan… Oysa, entellektüel, başta sanatçı, normların sınırlarını tanımaksızın, düşünce ve duygu arayışları içindedir. Öyleyse? Kırın kemiğini aydının...

E tabii, entellektüel de insandır. Kemiklerinin kırılmasından en az diğer normal insanlar denli acı çeker ve korkar. Ayrıca on bin dolar maaş da epeyi ikna edici bir şeydir. Dolayısıyla, ödül ve/ya ceza yoluyla entellektüel olur bize entelejensiya… Beyaz kuvvet olur, akil adam olur, yayın yönetmeni olur, medyatör gazeteci olur…

Zaten nüfusun %o 1’ini temsil eden entellektüeller de %o 1’e düşünce, elimizde kalır milyonda bir. Ossuun… 6 milyarda eder 6 bin kişi. Yalan mı?

Ve fakat iş orada da bitmez. 11 Eylül 2001 ertesinde Salman Rüşdi – Tarık Ali kapışmasında olduğu üzere, düşmanın onları engellemesine gerek kalmadan birbirlerini engellerler. Buradaki açmaz, yukarıda sözü edilen aracın amaçlaşması ikilemidir. İki Müslüman ulema, İslam’daki reform için değil, ABD’ye atılacak atom bombası sayısı konusunda tartışıyor olsa gerek… Yanlış mıyım?

Türkiye’deki imkansızlıklara bir bakalım: Batı-Doğu (AB – Orta Asya), Kuzey-Güney (zengin-fakir), Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya, İslam-Hristiyanlık-Musevilik, Osmanlı – 1. Cumhuriyet – 2. Cumhuriyet, feodalizm - !. Sanayileşme – 2. Sanayileşme…

Tüm bu imkansızlıklara karşı Türkiye Cumhuriyeti uleması ne yapmış? Bilme isterim.

Çözümü imkansız durumlarda normal insanlar ne yapar? Ağlar. Peki, entellektüeli ne yapar? Örneğin doktorlar, imkansız ölüm karşısında, iki bin yılda imkanlılık buldular. Klonlamayı ve kafa naklini icat ettiler.

Abant Toplantıları isyan mıdır, bağlanma mıdır? Hükümete ve Meclis’e giren yazar, isyanda mıdır, bağlanmada mıdır? RTÜK yasasının kabulünü, söz verdiği halde engelleyemeyen ve hala partisinden istifa etmeyen gazeteciye ne denir? İslam’da reforma toplantısına katılıp özgürlüklere katlanamayan ulemaya ne denir?

Ben buna olsa olsa, ‘düz yolda kendi çalımıyla düşmek’ derim.

(21 Mayıs 2002)

GEÇERLİ AHLAK İLKELERİ

Ta Hammurabi zamanından beridir temel hukuk, ta tek tanrılı dinler zamanından beridir temel ahlak ilkeleri oldukça azdır ve aslında rahatça uygulanabilirler.

Çalma, zina yapma, öldürme, yalancı tanıklık etme, komşunun malına göz dikme (veya komşunun tavuğu sana kaz görünmesin), haris olma, mağrur olma, vb…

Oysa, insanlara bakınca herhangi birinin yaşamının tüm günlerine bakınca, herhangi bir ahlaksızlık etmediği gün sayısı toplamın yarısının altında kalıyor olarak görüyoruz.

‘Suç’ hukukun, ‘günah’ dinin, ‘ayıp’ ahlakın yapılmasını yasakladığı şeyler için kullanılan sıfatlar... Biz bunların hepsini toplam olarak alıyoruz. İslam’ın kimi yerzamanlarda dört kadınla evliliği serbest bırakması bunu ahlaksız bir iş kılmıyor veya bügun İran’da genelevde cinsel ilişki için nikah kıyılması da… Caynacılık’ta şiddet yasaklandığı halde Hindistan’da terör eylemlerine karışmış caynacı çok. 2001’de iflas ettirilen bankacılar bugün dışarıda dolaşıyorlarsa, bu onların suçsuz olduğu anlamına gelmiyor. Yerlere tükürmek ayıp (ve aslında para cezası gerektiren) olduğu halde günde milyon kez yere tükürülüyor. Listeyi sonsuza dek uzatabiliriz.

Özal ertesi dönem çok önemli kültürel dönüşümlerin yaşandığı bir dönem oldu.
Devlet arazisine 5 milyon kaçak gecekondu yapıldı ve bunlara ruhsat verildi ve devlet bunlardan hiç arsa parası almadı.
Yılda ortalama birer milyon karşılıksız çek çıktı, yani 20 yılda en az 20 milyon çek… Bunu mükerrer yapanlar olduğu için 1 milyon kişi diyelim.
Son 10 yılda her yıl 1 milyon senet protesto edilmiş. Yine mükerrer olduğu için 1 milyon kişi diyelim.
Son 10 yılda yılda 1 milyon kredi kartı borcu ödemeyen çıktı. Yine mükerrer olduğu için 1 milyon kişi diyelim.
Son 15 yılda uyuşturucu ticaretinde 500 milyar dolardan çok para döndü. Bu işe de doğrudan ve dolaylı olarak 1 milyon kişi karıştı.
20 milyon cep telefonu kullanıcısının 2 milyonluk bölümü sahte evrakla cep telefonu alıp milyonlarca liralık faturaları ödememiş.
1 milyon kişi / hane parasız elektrik kullanmakta.
1 milyon çiftçi yıllarca içilmeyen çay ve tütün ekerek devletten para almış.
1 milyon kişi ölüler adına yıllarca öksüz, yetim, dul ve/ya emekli maaşı almış.
1 milyon memur, okuma öğretmeyen öğretmen, hasta tedavi etmeyen doktor, vb olarak devletten trilyonlarca lira maaş almış.
1 milyon esnaf ve zanaatkar devlete asla tek kuruş vergi ödememiş.
Devleti soyan 100.000 kişilik iktidar seçkinlerini hesaba katmıyoruz.
Çocukları, evkadınlarını ve emeklileri hesap dışında bırakınca geriye kimse kalıyor mu?

İtalo Calvino’nun bir öyküsü vardır: Bir köy halkı her gece birbirinin evini soyar. Sonunda bir köylü bir gece soyguna katılmaz ve toplumsal düzen bozulur. Bunun üzerine, o köylü cezalandırılır.

Bu insanlar nasıl böyle ahlaksız olabildiler? Bunları yeniden nasıl ahlaklı yapabiliriz? Yapılmış ahlaksızlıklar nasıl ödenecek?

Döverek mi, severek mi?

(10 Haziran 2002)

ECEVİT ve İKİNCİ ADAMI

Ecevit’in ne solcu olduğuna inandım, ne de demokrat… Ta 1973’ten beridir… O zamanlar o ‘kara oğlan’ idi, bense daha bir kara çocuk… 1974’te Kıbrıs’a girildiğinde bunun yanlış olduğunu söylemiştim. Babam bir askerdi, İzmir Narlıdere’de bir deniz astsubayı... Bizi, genelkurmayın emriyle birliğe almıştı, güvenlik için… Savaştan çok bir oyun gibiydi.

1980 darbesi oldu. “Dağılmayın” dedi. dağıldılar. “Parti kurmayın” dedi. Kurdular. İçeriye yalnız girdi çıktı. Ona ihanet ettiler. (Güvenilir) İkinci adamı hiç olmadı.

Atatürk en basiretli devlet adamımız. İki tane ikinci adam yarattı: İsmet İnönü (ki Ecevit’in selefi odur) ve Celal Bayar. Ne kadar öngörülü olduğu, ikisi de gittikten sonraki halimizden, üç buçuk darbeden belli… (Unutulur ama Ecevit 1960’tan önce de meclisteydi.)

Ecevit’e ‘üçüncü adam’ diyenler de oldu. İlk iki, Atatürk ve İnönü olarak kastedildiler. Ecevit, olsa olsa, adı anılan üçünün ve selef babamız Demirel’in ardından ‘beşinci adam’ olur.

1980 öncesinde, Baykal ve Topuz’un yaptıkları, Ecevit’in ikinci adamsızlık konusundaki haklılığını ortaya koydu. Hele hele Baykal’ın, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk partisini meclis dışı bırakabilme truva atılığı, başarıdan öte, olumsuz bir mucizedir. (Onun selefleri de Kasım Gülek ve Nihat Erim idi.)

Ecevit’in ikinci adamı olsa olsa, Rahşan’ıdır. 1987 seçimlerinde SHP’yi ters köşeye yatırıp, yine de meclis dışı kaldığında Ecevit kalp krizi geçirmişti. Parti Başkanı eşi olmuştu. Sonra, küllerinden mi demeli, cesedinden mi demeli bilmiyorum, yeniden doğdu. Şimdi o, birinci partinin başkanı ve başbakan.

Pişkinsüt’ün davranışı, takdire şayanı aşar. Ancak, bence o da sonucu baştan biliyordu. Demirel, Bilgiç’e ve Cindoruk’a ne yapmıştı? Oğul Türkeş, MHP kongresini nasıl dağıtmıştı? Erbakan, Erdoğan’ı nasıl yedi? Çiller, Güreş’e nasıl etek giydirdi? Çevik Bir, şimdi nasıl da masonculuk oynuyor?
Ecevit, er geç ölecek. İnkitaları oynuyor. Peki de, onun yerine geçmeyi gerçekten kim hak edecek? O ölecek. MHP birinci parti olacak. Militarizm destekli, yumuşak bir alaturka faşizm yaşayacağız. Müneccim miyim? Hayır. Her darbe gelirken belli değil miydi?

Hadi, gerçek sosyal demokrat parti, Ecevit ölmeden geleceksen gel, yoksa hep birlikte mezara gideceğiz.
(2 Mayıs 2001)

19 MAYIS 2001 İÇİN

4 Mayıs 2001 günü Büyükada’daydım. Raslantıyla 19 Mayıs törenleri hazırlıklarına denk geldim. Adalar liselerinin kız öğrencileri, ben orada olduğum iki saat boyunca didindiler, zıpladılar, bağırdılar durdular. Çalışmaların daha önce başladığı belliydi, çünkü vapur iskeleye yanaşırken, gürültü ve kalabalık vardı.
Kızlar ergenlik çağına yeni girmişlerdi. Cinsellik tezahüründeki libidoları delidoluydu. Çevrede bir kaç erkek öğrenci de vardı. Çığlıklar, kişnemeler, el şakaları, bağrış çağrışlar… Öğretmenler, başlarında olmasına karşın, duruma hakim olmak bir yana, hiçbirşeye karışmıyorlardı bile…
Eskiden ’19 Mayıs hareketleri’ dediğimiz setler vardı. ’80 sonrasında, sanırım Bulgaristan’dan getirilen eğitmenler tarafından hazırlanmış, bayrakla harita yapma gibi tribün desteği eşliğinde, çok katlı insan yığını kurmak, sis bombası atmak, gazilerin durumu kurtarması gibi, standartlaşmış olaylar vardı.
Şimdiki seçilen (diskomsu) müzikler ve figürler bir tuhaftı. Dolaylı olarak cinsel çağrışımlar taşıyorlardı. Kızları, (marş söyletmek nedeniyle) asker ve (düğün marşı nedeniyle) gelin adayı konumuna birarada düşüren, tuhaf düzenlemeler içeriyorlardı. Bir de pop parça mevcuttu: İzel-Çelik-Ercan’dan ‘Türk’üz, doğruyuz, çalışkanız’.
Otoriter kadın öğretmen, kimi yellozlaşan sesiyle mikrofondan emirler dağıtıyordu. Ceza olsun diye, bilmem kaçıncı kez hareketleri baştan aldırıyordu.
Çevrede turistler toplanmıştı. Herkes durumdan hoşnuttu: Seyredilenler ve seyredenler. Fotolaşmalar, ‘where are you from?’lar eşliğinde çalışmalar sürdürüldü.
Her tür kitleselliğe, törene, protokole, seremoniye soğuk, apacı bir öfke fışkırdı beynimden… Faşizmin mezbaha (veya savaş meydanı) yolcusu müritleri mutlu koyunlardı. Bir türlü kurulamayan 2. Cumhuriyet’in gelişini ertelemek için, elinden geleni yapıyordu herkes… Ulusal eğitim, ulusal beyin eritim olmuştu.
Karşıda katledilmiş Dragos Tepesi duruyordu. İskelenin yanında bir tarak gemisi denizi çamur rengine boyuyordu. Ortalık, iyot ve yosun yerine, mazot ve moloz kokuyordu.
Aynı gün, Türkiye’nin bin ilçesinin stadında ve iki bin lisesinin bahçesinde benzeri trajikomiklikler sergileniyordu eminim…
Atatürk o günü görseydi, mezarında kemikleri sızlardı.
Cumhuriyet ölmüş, ağlayanı yok.

(Mayıs 2001)


27 MAYIS İÇİN

Ekim 1960’ta yayınlanmış ‘Yassıada Broşürü’nden alıntılar (resim altlıkları):

“İnkılabın Sebepleri: Sabık iktidarın bekçisi insafsız ve kanunsuzca kullanılan silah ve cop idi. Silaha karşı taş atıldı. Bir çok üniversite gençleri kim vurduya gitti. Silahlar gizli yerlerden haince kullanıldı. Dövüldük. İktidar uşaklarının pençesinde böylece sürüklendik. Üzerimize atlar sürüldü. Copla dövüldük ve çiğnendik. Tartaklandık, boğazımız sıkıldı, kahrımızdan milletçe ağladık. Yumruklandık, tokat yedik, tekme yedik, fakat içimizdeki hürriyet aşkı ile kaplanlar gibi kükredik. Hürriyet mücadalesine milletçe koştuk. Erkekli kadınlı boğuştuk. Üniversiteye tabancalı coplu polisler girdi. Rektör yerlerde sürüklendi. Kendi kurşunlarımızla öldürüldük. Ölmeyi bildik ve asil milletimizin kolları üstünde hürriyet şehitlerimizi büyük Atatürk’ün ağuşuna koyduk.”

Kim yazmış bunları? Darbeciler.

Başka neler yazılmış? (Alıntıların kaynağı: Osman Doğru, 27 Mayıs Rejimi, Ekim 1998, İmge Yayınları, 240 sayfa.)

“Gürsel, Bayar’ın cumhurbaşkanlığından alınıp Menderes’in geç(iril)mesini istiyordu.” (S: 49)

“İnönü: Geçen iktidar başındakiler, yeni usül ve marifetlerle hiçbir zaman seçimi kaybetmemek hayaline kapılmışlardı.”  (S: 91)

“Yargıtay’ın 241 üyesinden 75’i, 3123 yargıç ve savcıdan 520’si emekli edilmiştir.” (S: 94 ve 123)

“İhtilali yapanlar, eğer isteselerdi, ihtilal hukuku adına, düşükleri o gün kurşuna dizebilirler veya daha iyisi, halka teslim edebilirler, halk da onları linç ederdi.” (S: 133)

27 Mayıs, 1980 sonrasına dek milli bayram idi. 12 Eylül’cüler, 27 Mayıs öncesinde halka yapılanların aynısını, bu kez meslektaşlarının yapmasını ört bas etmek için onu yok saymayı yeğlediler ve tarihçeden (tarihten değil) sildiler.

Mümtaz Soysal’i hiç sevmedim. Askerlere ısmarlama anayasa yazabilen bir anayasa hukuğu profesörü olduğu için… Ve haline çok-hep gülerim, kendi hazırladığı anayasayı tağgir, tebdil ve ilgadan yargılanıp ceza gören dünyadaki tek kişi olduğu için…

27 Mayıs’ın anatomisi pataloglarca, pardon yazarlarca tümüyle yapıldığı için, yalnızca Bayar’ın 1961’de (idama mahkum edildiği halde) 65 yaşını geçtiği için asılmayıp, 101 yaşına dek sağ kalıp, 1980 sonrasında bile evi tavaf edilen birisi olmasının unutulmaması gerektiğini anımsatmakla yetineyim.

Ben 27 Mayıs 1960’ta anamın karnındaydım.

(9 Mayıs 2001)

DEVRİMCİ ALATURKA BURJUVAZİ

Burjuvazi, 1. Sanayileşme’nin egemen sınıfıdır. Feodal dönem kapanırken, ticaret ve sanayi aracılığı ile kapital mülkiyeti, ağırlıkla onlara kaydı. Bu dönemin ilk devrimi olan Fransız Devrimi de onların desteğiyle gerçekleştirildi. Burjuvazi, tarihçesinin başlarında ilerici bir sınıftı.
Sonra sonra, sınıf atlama olanakları, tükenen genişleme olanağı nedeniyle sıfıra limitlenince, burjuvazi elindekini korumak için giderek gericileşti. Durumunu pekiştirmek için, kendinden fakir ülkelerden destekçiler yarattı.
Türkiye, sanayileşme ve kentleşmeye, yine bir (karşı)devrimle 1960’larda başladı. Ticaret ve sanayi erbabı, devlet destekli bir sanayileşme süreci yaşadı.
Bizim burjuvazi hep mandacı oldu; ya devlet desteği, ya da yabancı kapital desteği umdu... Hiç global Türk markası biliyor musunuz? Tekstil ve inşaat gibi, proto-kapitalizm dönemine ait, emek yoğun teknolojileri dışarıdan ithal etmek sanayileşme sayılmaz. Koskoca 40 yılda bizimkiler ne becerdi? Tam tersine, Dünya’nın en büyük cirolu 100 şirketinin tamamı Türkiye’de ve yıllık dış ticaret açığımız 35 milyar dolar ve buna silah gibi dolaylı kalemler dahil değil. Onların acenteliği, bizimkilere yetiyor da artıyor bile…
Böyle bir burjuvazinin muhafazakar olmaması mümkün değildi. Koç ve Sabancı’nın denetimindeki TÜSİAD, yıllarca hem MHP’li tetikçileri besledi, hem de cuntacı askerlerle sürekli dirsek temasında oldu. 1980 darbesinin hemen öncesinde Ecevit’i düşürmek için gazetelere verdikleri tam sayfa ilanlar unutulabilir mi? Ya da (sonradan Sabancı ortaklı) Malboro’nun üretime başlanmadan önceki reklamları?
Aradan 20 yıl daha geçti. Bizim burjuvazi bir baktı, faşizm gırtlak boyu olmuş; nasyonalisti var, militirasti var, etnisisti var, yankisti var, mitisti var… Var oğlu var… Gitgide çıkarlar elden gitmekte… Silkindiler…
Parlamentoda sol parti kalmamış durumda. Bir zamanlar tüm yürekleriyle diledikleri durumun gerçekleşmesinin istedikleri sonucu vermediğini görüp, hafif hafif çıkarları zedelenince, bizimkiler ne yaptı? ‘Toplumsal adalet’ ve ‘uzlaşma’ gibi, içi boş sloganlar üretmeye başladılar. Medya, tümüyle tekellerinde olduğu için, istedikleri söyleşileri, istedikleri formatta yayınlatmakta hiçbir zorlukla karşılaşmadılar. Kitleyi manipüle ettiler.
Nasıl en güvenilir kurumun ordu olduğu çook tartışmalıysa, bizim burjuvazinin de tutuculuktan ilericiliğe kayması çook tartışmalı kalır. Vicdanlarıyla cüzdanlarının yerini karıştıranlar bunun bedelini ağır öderler. Sabancı nasıl öldürüldü, Koç’un naaşı mezardan nasıl çıkartıldı?
Sevgili burjuvazimiz, sizden devrimci olmanızı falan isteyen yok, azıcık sağduyulu olun, azıcık demokrat olun, yeter… Yoksa Romanoflar’dan beter olacaksınız…

(17 Mayıs 2001)

1 EYLÜL : DÜNYA BARIŞ GÜNÜ

Şimdiye dek insan türünün yaşamış olduğu en çok ölülü ve en geniş alana yayılmış savaş olan 2. Dünya Savaşı 1 Eylül 1939’da başladı. Bu nedenle, savaş bitiminde kurulan Birleşmiş Milletler o günü ‘dünya barış günü’ ilan etti. (Tuhaftır, savaş 2 Eylül 1945 günü bitti.)
Bir savaş günü, bir barış günü olabilir mi? Yoksa, zaten 3. Dünya Savaşı çıkacağı için kolaylık olsun diye mi düşünüldü? ‘Türkiye barış günü’, hangisi olabilirdi? 12 Eylül mü?
26 Ağustos 2001’de bir konvoy Afyon’dan Ankara’ya yürüyüşe geçti. 1 Eylül 2001’de hedeflerine varacaklar. 12 Eylül 2001’de kim nerede olacak? 12 Eylül 1980’de hepsinin hayatı kaymıştı da…
Yeryüzünde savaşın bitmesi isteniyor. Nasıl bitirilecek?
Tek tanrılı dinler birbirleriyle ve kendi içlerinde bugüne yüzlerce savaş çıkardılar. Hristiyanlık, Müslümanlık, Musevilik nasıl ortadan kaldırılacak? Hele, ‘İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde ‘din ve ibadet özgürlüğü’ diye bir madde varken…
Irkçılık ve/ya halkların çatışması nasıl durdurulacak? Bugün Avrupa’da şeriat tehlikesi yok ama ırkçılık giderek daha büyük tehlike olmakta. Bunun temel nedeni, sarıkafaların arasında giderek artan karakafa nüfus. Çok daha hızlı ürüyorlar, çok daha ucuza çalışıyorlar. Almanya’da Türkler, Fransa’da Afrikalılar, İngiltere’de Asyalılar sorun (Londra’nın on milyonluk nüfusunun üçte biri yabancı imiş, gerisini siz düşünün).
20 Yüzyıl’ın başında 50 ülke vardı. 21. Yüzyıl’ın başında 200 ülke var. Oysa ki 6.000 dil, 10.000’in üzerinde halk, 1.000’in üzerinde din var (kafirler 1 milyarı geçti, ‘Kafiristan’ diye bir ülke olabilir mi?). Herkes, bir ülke kurabilir mi, kurma hakkına sahip mi, bunun için savaş çıkarabilir mi? Sihler, Beluciler, Kürtler yeni ülke kurabilecekler mi? Bu savaşla mı olacak, savaşsız mı olacak?
Sonra, savaşın ve devamında şiddetin bitmesi gerekli midir? İnsanın yeryüzüne yayılışı, bir kaç kezlik göç dalgaları durumunda yüzyıllar, hatta çok binyıl aldı. Eskimolar’ın kutupta, Tuaregler’in çölde ne işi var? Emperyalizmin psikolojicesi oryentasyondur. Bu, insanın, hatta memelilerin doğal nitelikleri arasındadır. İnsanı uygarlaştırmak uğruna, hangi doğal niteliklerini ketleyeceğiz? Hangisi kalmalı? Kim ve nasıl karar verecek?
Sonul olarak ortada nihai olarak ölüm varken, bunun savaş veya ecel aracılığıyla olmasının ne önemi var? Tüm savaşlara karşın, 5.000 yılda ortalama insan yaşamı beklentisi 25’ten 75’e çıktı. Ağaçlar, budandıkça daha uzun yaşıyorlarsa, budanırlar elbette...

(25 Ağustos 2001)

12 EYLÜL İÇİN

12 Eylül 1980 darbesinden beridir 21 yıl geçmiş.

O zaman 20 yaşındaydım, şimdi 41… O zaman gençtim, şimdi yaşlıyım… O zaman yarına umutla bakıyordum, şimdi yarından tek bir umudum kalmadı. Yalnızca düşmana inat yaşıyorum ve savaşıyorum. Bu metin de, bu nedenle yazıldı.

Hasan Mutlucan’dan türkülerle uyandığımızda, kendi kendime ‘her şey bitti’ demiştim. (Hasan Mutlucan’ın darbelere karşı, sosyal demokrat kişilikli biri olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Şimdi şaşmıyorum. Türküleri çalınırken, ona asla sorulmamıştır.)

‘80 öncesi apolitik sayılan biriydim. ‘Lümpen’ diye aşağılanırdım. Bu niteliğim, beni diğerlerinden muaf tutmadı. 600.000 kişi hepimiz işkence gördük. 1983’te Birinci Şube’de elektrik gördüm. Ardından, 4 yıl hapis cezası istemiyle yargılandım. Beraat ettim.

Bana isnat edilen suç, Demirel’i Zincirbozan’a yollatan ve Evren’e ‘faşist diktatör’ dediği bildiriyi üzerimde bulundurmaktı. (Aynı makale Oktay Akbal’ı ve Nazlı Ilıcak’ı, evet onu, hapse yolladı.) Sonraları Demirel, ‘dağa çıkarım, Çankaya’ya çıkmam’ dedi. Çıktı kuşkusuz ve Evren’in elini kezlerce sıktı… Hatta cumhurbaşkanı oldu. Hatta yeniden siyasete bile dönecek.

Evren, 2001 yılı başında yaklaşık yüz bin kişi için katliam emri verdiğini canlı yayında televizyonda açıkladı. Kimse tınmadı, başta hukuksever cumhurbaşkanımız... Evren’cim, Ankara’ya gittiğinde arada Sezer’cinde misafir kalıyor Çankaya’da… Sezer’i de Anayasa Mahkemesi üyeliğine Evren seçmişti zaten…

Adana cumhuriyet başsavcısı, Evren hakkında dava açtı. Anında, kendisi hakkında dava açılıp, görevden alındı. O da istifa etti.
Bununla birlikte Kartaca yok edilmeli, pardon ‘27 Mayıs – 12 Mart – 12 Eylül ve 28 Şubat’ faillerinden hesap sorulmalı… Bu işin zaman aşımı yoktur.

İki şık var: Ya Şili gibi Pinochet’yi koruyup saklamak, ya da Yugoslavya’nın Miloşeviç’i uluslararası mahkemeye teslim etmesi gibi davranmak… Ha, Evren o denli uzun yaşamayabilir ayrı konu. Silah tüccarı damat Ecvet Gürvit var. Lockheed lüpçüsü Tahsin Şahinkaya var. Sorun, 50 yıl sonra tarihçe yazıldığında yapmadıklarından utanç duymamakta…

Şunu da belirtmekte yarar var: 1960-2005 arasında general olmuş veya olacak tüm subaylar, en az adı anılanlar denli sorumludur. Ordunun iç tüzüğü, uygunsuz görülen emre itaatsizlik hakkını astlara verir. Kendi aralarında cuntacılık oynayacaklarına, halkı koruyacaklardı.

Artık yeni bir darbe istemiyoruz.

(18 Temmuz 2001)


29 EKİM 2001 İÇİN

Yeni milenyumun ilk Cumhuriyet Bayramı’ndayız. O nedenle cumhuriyetimizin geleceği veya geleceksizliği üzerine biraz çiziktirile…
29 Ekim 1923’te yeni kurulmuş bir devlet durumunda olan Türkiye, siyasal rejim olarak cumhuriyeti seçti. Bu ne demektir? Monarşi veya meşrutiyet, yani tam veya az porsiyon padişah yerine, ‘halkın yönetimi’ anlamına gelen cumhuriyet seçildi. Ancak bu, (çok partili) demokrasi anlamına gelmedi. Serbest Fırka deneyimi, Atatürk’e geri adım attırdı. Gerçek fiili ikinci parti, ancak 1946’da kurulup, 1950’de iktidara geçti.
(1.) Cumhuriyet ne zaman bitti? El cevab: 10 Kasım 1938’de… 2. Cumhuriyet ne zaman başladı? El cevab: Zinhar yoktur henüz… Nedeen? 1946, 1950, 1960, 1971, 1980, 1997, yüüz… Malumunuz Atatürk, meclistekilere üniformalarını çıkarttırmıştı. Şimdiki üniformalılarımız, Meclis’tekileri hazırola durdurtuyorlar… Hatta amuda kaldırıp çift burgulu taklalar attırıyorlar (pek mi çok değişen eski ‘kanlı’cı Tayyip erdoğan gibi)…
‘Cumhuriyet’ ve ‘demokrasi’ sözcükleri, etimolojik olarak özdeştir ama bugünün dünya jandarması ABD’de biricik iki partinin birinin adı biridir, öbürünün adı diğeridir… Ne demekse… Onlar da demokratik cumhuriyet, eski Doğu Almanya da…
Olayın özüne inelim arkadaşım. Halk nasıl iktidar olur? Yok, valla yanlış anlama, komünist filan değilim. Hani yani, işkence, işsizlik, sürgün, iç savaş, ahlaksızlık, yolsuzluk nasıl ortadan kalkar? Pardon, duyamadım. Yanıtınız olumsuz mu? Bak, müebbed veririm sana, ona göre…
Militer itaat varsa, sivil itaatsizlik de vardır… Bu ülkede cumhurbaşkanı asılıyor da, pardon idama mahkum edilip yaş haddi ayağına pas geçiliyorsa (sanki öyle bir hukuk ilkesi varmış veya kendileri hukuk ilkelerine uymuşlarmış gibi) neden (eski, yeni, az kullanılmış, ikinci el) genelkurmay başkanı asılmasın? (Evren’in yargılanması için zaman aşımı yoktur.) Bu ülke gün gelecek, Sema Pişkinsüt’ü insanlık onurunu taşıyan biricik milletvekili olarak, cumhurbaşkanı yapacaktır elbette…
Ne diyorduk? 78. yılımızı idrak etmenin şeysiyle bişiler oluyoruz… Anlayın…
Baloda Evren-Demirel-Sezer elele, halka güle güle… Dünyanın biricik ‘hiç gelişmeyen ülke’si TC’m benim… Canım sana feda olmasın…

(6 Eylül 2001)

TÜRKİYE’NİN KASIM 2001 GÜNDEMİ

Anayasa: Anayasa bu yıl, Anayasa Mahkemesi başkanı, cumhurbaşkanı, Meclis başkanı, başbakan ve başta genelkurmay başkanı olmak üzere tüm MGK üyeleri tarafından bir veya birden çok kez ihlal edildi. Bu, yalnızca yurtdışına asker gönderilmesi ile ilgili durumdu.
90. maddenin değiştirilmemesi, darbecilerin ve işkencecilerin ne denli korktuğunun bir göstergesidir. O madde ergeç değişecek ve insanlık suçlarının zaman aşımı yoktur ve ‘darbe + işkence’ insanlık suçudur.
Yine de 37 maddelik öneri değişikliğin, 12 maddeye düşürüldükten sonra, MGK’nin diğer konulara yoğunlaşması nedeniyle, 36 madde olarak kabul edilmesinin de hakkının verilmesi gerekir.
Bu anayasa kalıcı değildir.
Savaş: Son 18 yıl boyunca Türkiye’nin en büyük sorunu olarak terör varsayıldı ama bu yanlıştı. Sorun olan, ordunun kendisiydi. PKK’ye karşı kezlerce taktik ve strateji hatası yapıp, en az 20.000 fazladan ölü yarattılar. 2 milyon sürgün kişinin bu ülkeye sevgi duyması da herhalde beklenemez…
İç savaş, genelde dış savaş getirir. 1999’da muallak bir ‘iki ay savaş durumu’ yaşadık.. Şimdiki ise apaçık: Afganistan’a savaş ilan ettik. Bunun ceremesini her zaman olduğunca siviller ödeyecek.
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun 78. yılında Nijer, Nijerya, Arnavutluk, Makedonya, Kosova, Bosna, Kıbrıs, Gürcüstan, Nahcıvan, Azerbaycan ve Afganistan’da asker bulundurarak tarihçesinin ilk gerçek yayılımcı aşamasına varmış bulunuyor. (Ayrıca, Gagavuzistan, Dobruca, Batı Trakya, Bulgaristan Türkleri, Acaristan gibi gönüllü ilhak eğilimli bölgeler ve halklar da var.) Atatürk’ün ‘yurtta barış, dünyada barış’ ilkesi artık uygulanmıyor.
Uluslararası siyaset: Soğuk Savaş döneminin NATO’cu ve ABD’ci mandalık siyaseti artık iflas etti. Türkiye’nin dış siyasetinin MGK sultasından kurtarılması gerek. Meclis’te yalnızca bu konuda sürekli çalışan bir komisyon kurulabilir.
AB takıntısından bir an önce kurtulmalıyız. Balkanlar, Karadeniz, Kafkasya ve Ortadoğu’da Türkiye birçok uluslararası örgüte zaten üye. O çok sevdikleri Orta Asya’yı da buna dahil etsinler. Olmadı Akdeniz icat etsinler.
Su sorununun, bir an önce baskı yoluyla da olsa, lehimize çözülmesi gerekir.
11 Eylül 2001 felaketinden sonra, İsrail’in Türkiye’ye çok feci mahkum olduğunun bir an önce onlara anımsatılması gerekiyor. Atom bombası yapımını onlardan öğrenmek ve pahalıya su satmak dahil, tüm koşullar lehimize kullanılmalı.

İktisat: 1. Gelir dağılımı eşitsizliği. Bunun yeni ek vergilerle sağlanabileceği kuşkulu. Esnafın ve zanaatkarın vergisinin arttırılması ve kayıtsızların kaydedilmesi gerektiği ortada. 2. Üretimi arttırmak. Yeni ve birim satış fiyatı yüksek metalar üretmek gerek. Devamında kesinkes ihracatı arttırıp ithalatı düşürmek gerek. 3. Dış borçların azaltılması gerek ki kaynak iç piyasa.

Erken seçim: Neredeyse cumhurbaşkanı dahil, herkes erken seçim istemeye başladı. Ne olacak? CHP’nin yeniden Meclis’e girmesi neyi değiştirecek? DSP’nin tasfiyesi mi düşünülüyor? O zaman neden sosyal demokrat bir partinin gereğinden söz ediliyor?

Medyatörlerin savaşı: Uzanlar-Doğan kapışması muhteşem görüntülerle sürüyor. Şimdiye dek şiddete geçilmemiş olması şaşırtıcı. Belki geçildi de kamuoyunun haberi yoktur, kimbilir? Çolakoğlu’nun medya sahibiyken TÜSİAD üyesi olmakta sakınca görmemesi ama Doğan çalışanı olunca üyelikten istifa etmesi tuhaf bir durum yarattı.

Gündem ne değildir?

Milletvekili maaşlarının artması ya da artmaması: Osmanlı’nın son günlerinde de, ‘ne koparsak kardır’ zihniyeti hakimdi. Batağa gittiklerini görmemekte ayak diriyorlar.

Başkanlık sistemi: Nedense, on küsur yıldır bunu ısıtıp ısıtıp önümüze sürerler de, yine nedense rağbet görmez. Kimsenin bu konu üzerine düşünecek mecali kalmadığından dolayı olabilir.

Azınlıklar: Olağan koşullarda azınlıkların insan hakları çok önemlidir. Şu anda ise, herkesin sesini kesip bir an önce ortalığın temizlenmesine katılmaması durumunda, azınlık haklarını tanıyacak bir ülke kalmayabilir ki bunu isteyen sayısının milyonları bulduğu da ortada…

Gözden kaçan gündemler:

TÜSİAD’ın yasaları bile çiğneyip siyasete müdahalesi. Ecevit’in buna yanıtı ironikti: “Yıl artık 1978 değil.”

Ezilenlerin veya lümpen proleteryanın korkunç kalabalıklaşması: Çırak, yaşam kadını, özürlü, dışa göçen, bize göçen, alkolik, uyuşturucu bağımlısı, seks işçisi, evsiz, yetim ve öksüz, nüfus kağıtsız, açlık sınırının altında, suçlu, topraksız köylü, işsiz toplamının nüfusun yarısını geçtiğini kimse görmek istemiyor. Böylesi bir kitle, başkaldırırsa denetlenemez. Ancak tümüyle yok edilebilir.

Çıkış: Aralık 2001’de bambaşka bir gündem oluşabilir.

(17 Ekim 2001)

OTUZ İKİ KISIM TEKMİLİ BİRDEN

 

DÖRT DÖRTLÜK KÜRT REALİTESİ


I.

1984-1999 arasındaki 15 yıllık sürede Türkiye’nin en büyük sorunu, ‘Kürt sorunu’ sayıldı. Ben hiç bir an öyle saymadım. Nedeninin açımlanması, bu metinler dizisi olacak. Epey insanı inciteceğimi biliyorum. Nasırlarınızı geri çekin. Bitarafı bertaraf etmeyin. Vaka nüvis asla öldürülmez.

1983’te Rızgariciler’le birlikte içeride yattım. Kürdistan’ın kurulmasını kaçınılmaz sayıyorlardı. Onlara şöyle demiştim: “Bu ülkenin Kızılderililer’i sizler olacaksınız.” O kadro 15 yıl yemişti. Şu an dışarıda olmalılar. Kuzey Irak’ta 2001’de bir ‘Rızgariciler’ grubu daha anıldı ama ikisinin organik bağı henüz belirsiz. Kürtler, kızılderili olmaya giderek yaklaşıyorlar.

20 yıl askerden kaçtım. 2000’de bedelli askerlik yaptım. Kürtler’le aramda kişisel bir şey yok ve onlarla savaşmak istemezdim doğrusu. Türkiye ordusu, 50.000 kişide 10.000 ölü, 1.500.000 savaşanda 300.000 yaralı verdi (ki ikisi de % 20 oran ile birbiriyle tutarlılık taşıyor). Ölmek veya yaralanmak istemezdim doğrusu. Demirel bile, Türk ordusunun PKK ile savaşında başarılı olmadığını beyan etmiş durumda. Ayrıca, 100 milyar dolarlık masrafın ülke ekonomisine zararını anımsamak bile acıtıcı.

Artı: Türk ordusu, Kürtler sayesinde savaşmayı öğrendi. Alamayacağı silahları aldı. Yani, PKK istediğinin tam tersi sonuç yarattı.


7 Ağustos 2001’de bir kahvedeydim. Birisine, bana kadın satmaya çalışan Kürtler için ‘p.zevenk’ sözcüğünü kullandım. İki kişi hesabı ödeyip kalktılar, gözucuyla baktım, Kürt idiler. Eğer tenhada yakalasalerdı, herhalde ellerinden sağlam kurtulamazdım. Bugün Beyoğlu’ndaki tüm kumarhane erketecileri, tüm turist kapkaççıları, tüm uyuşturucu satıcıları Kürt’tür. Türk halkı Kurtuluş Savaşı’nı bu yoldan kazanmadı.



II.

‘Doğu Perinçek + Yalçın Küçük + Ertuğrul Kürkçü’ için 2003’ten başlayarak uluslararası bir mahkemede, Belçika’da olabilir olmayabilir de, ‘savaş suçu’ davası açılmalıdır. Onların yayınları nedeniyle (her iki taraftan da toplamda), en az on bin kişi daha fazla ölü çıktı.

Kürtler etnik ya da ‘proto-feodal’ aşamadalar. Bu, milliyetçi faşizmden de tehlikeli bir durumdur.

Türk hükümeti, nasıl ki b.k yediren albayımın suçunu ödüyorsa, gün gelecek iki milyon sürgün için de bedel ödeyecektir.

Bayazıt Meydanı’nda kitap satarken bir çok olaya tanık oldum. Birkaçı:

Kırmançiler Zazalar’ın Kürt olmadığını, çünkü onların dilini anlamadıklarını  söylüyorlardı.

Sarışın biri ile, esmer birini karşı karşıya getirdim. Dedim ki: Bak bu Kürt, bu da Kürt, ne diyorsun? Üçüncü saniyede ikisinin de parmakları karşısındakine yöneldi: Sen Kürt değilsin. (Musa Anter bile, ırkçı bir tavırla, sarışın Kürt olduğunu kaydeder. Aşiretin adı ‘Alman’ imiş.)

PKK ve Hizbullah sempatizanları, birbiriyle savaşmaya başladıktan sonra bile, gazetelerin kuponla verdikleri ansiklopedileri, doklarda TIR konteynırlarıyla ortak olarak yağmalayarak, paylaşıp sattılar. Polis durumu görüyordu. Her zaman yaptığını yapıp, haracını alıp gidiyordu.



III.

2000’de Kuzey Irak federe Kürt yönetimi, Türkmenler’e zorunlu Kürtçe eğitim koydu. Gerekçe şuydu: Egemen bir ülkenin topraklarındaki azınlıklar, o ülkenin diliyle eğitim yapmak zorundadır. 2001’de Saddam, Kürtler’e Kürtçe eğitim malzemesi yolladı. Bunun karşılığında, Kürtler’e zorunlu Arapça eğitim dersi kondu. Şimdi Türkmenler, Türkmence değil, Kürtçe ve Arapça öğreniyor.

İnterpol, Avrupa’daki uyuşuturucu kaçakçılığının tümüyle Kürtler’in elinde olduğunu belgeledi. Türkler ve Arnavutlar da, onlarla ortak çalışıyorlarmış.

Mehdi Zana, 1984 olaylarından önce, ilk baskından sonra, kendisine sivillerin öldürülmesiyle ilgili sorular soran gazetecilere daha çok sivilin öleceğini beyan etti ve öyle de oldu. O zaman Leyla, Mehdi’nin karısıydı, şimdi Mehdi ‘Leyla’nın kocası’ olarak anılıyor.

Türkiye’deki, İran’daki ve Irak’taki Kürtler’in tamamına yakını, 2. Dünya Savaşı’nda Hitler’le işbirliği yaptı. (Bakınız: Musa Anter’in Anıları’nın ilk basımı ve Faik Baysal’ın Ateşten Portreler’i (s: 107).) Bu, affedilemez bir şeydir.



IV.

Güneydoğu’da 10.000-20.000 faili meçhul cinayet oldu, maktullerin hepsi Kürt’tü. Öldürenlerin bir bölümü de Kürt idi.

Korucular, bu ülkenin sırtında kene ve yaradır. Silah bırakmaları istendiğinde, devlete kafa tutmaları unutulmamalı.

Bu ülkede, polis ve jandarma PKK ile işbirliği yaparak uyuşturucu kaçırır. (Bakınız kaynak: Eski MHP genel başkan yardımcısı.) Jandarmanın hukuksal konumunun bir an önce açıkseçikleştirilmesi ve kesinleştirilmesi gerekiyor.

Kürtler’in aşiret ve ağalık düzeni, kanserden ve AİDS’ten beter bir beladır. Partilerle pazarlık yapıp, Meclis’e kendi adamlarını sokmaları, sonra kendi bireysel çıkarlarını düşünmeleri, halklarına ihanettir.



Çıkış: Gerisini siz getirin.

(9 Ağustos 2001)



İKİNCİ 4 x 4

Kürtler, Abdullah Öcalan yerine, Kemal Burkay gibi birini yeğleseler gerek.
Kürt aydınlarının halklarına biraz daha sahip çıkmaları ve mazlumluklarına karşın, duruma daha sağduyulu yaklaşmaları gerek. Musa Anter örneği, aydınların çok hata yapabileceğini gösteriyor. Kuzey Irak’ta Talabani-Barzani ikilisinin aydınlarca tasfiyesi gerek.
Kürtler, sandıkları gibi Türkiye’de 20 milyon kişi değiller, olsun olsun 6-7 milyon kişiler. Lümpen etnisizmin gereği yok.
Kürtler, 1914’te Rumlar’dan, Ermeniler’den ve Hristiyan Araplar’dan azdılar. Mübadele, tehcir, vs derken birinci azınlık durumuna yükseldiler. Ermeniler’i yokedenlerin başında, Abdülhamid’in Mecidiye alaylarındaki Kürtler vardı.
Kürtler, bugün Lazlar’ı veya Çerkesler’i uyruklaştıkları için küçümsüyorlar. En kalabalık azınlık olmanın, onlara bazı haklar tanıdığını düşünüyorlar. Bu yanlıştır. 5 yılda bu ülkede sıfır Kürt kalabilir.
RP veya FP gibi şeriatçı partilere oy veren Kürtler’in bu ülkeden isteyebileceği pek bir şey kalmaz.
SHP, HADEP, FP gibi parti değiştiren insanlara ne denir bilemiyorum.
Kürtler; dil, din ve ırk birliğine sahip değiller. Aslında, yıl 2001’de bunun da pek önemi kalmadı.
İsrail kurulmayı hak etmedi, kuruldu. Filistin kurulmayı hak etmedi ama kurulacak. Kürdistan kurulmayı hak etmiyor ama kurulacak.
1990’dan beridir Kürdistan devletinin er geç kurulacağını önesürüyorum. Kuzey Irak’ta fiilen kuruldu bile… Türkiye’nin bunu savaş nedeni sayacağını ilan etmesinin pek anlamı yok. Durum, biraz da Enver-Talat-Cemal paşalar yerine, Atatürk’ün bu işi becermesine benziyor. Öcalan’ın yerine elbet biri çıkar.
PKK olayı bitmedi. ASALA ve TİKKO ile işbirliği yapmaya  becerebilirlerse, bu iş 50 yıl daha sürer. Ellerinde para ve mühimmat var. Olmasa bile, bulmaları da sorun olmaz.
Sabancı’nın GAP bölgesinde iki milyon dönüm arazisi var.  Büyük sermaye konuya girince, genelde feodalite yitirir ama bizim ülke sürprizlere çok açıktır.
En ironiği; ne ABD’nin, ne Rusya’nın, ne İsrail’in, ne de AB’nin bir Kürt politikasının olmayışı. Hoş olsa da, yürümezdi ayrı konu. Ancak, 10 milyon kişi uluslararası siyasette dünya egemenlerince yok sayılamaz ki…
Filistinliler-Kürtler ilişkisi durumda belirleyici olabilir. Ermenistan’ın duruma karışması biraz zor. Başlarında yeterince dert var zaten.
2020’den başlayarak Ortadoğu’da yeni sınırlar çizilebilir. Örneğin Suriye parçalanabilir gibi…
Avrupa’daki Kürtler’in, tıpkı yurtdışındaki Museviler’in daha kalabalık olması gibi, gün gelip daha kalabalık olabilecekleri de hesaba katılmalı. Bunun kültürel etkilerini kestirmek için henüz çok erken.
PKK asla ve kata marksist olmadı.

(10 Ağustos 2001)

10 KASIM 2001 İÇİN

Ata’yı iki vektör momentiyle anıyorum:

Atatürk Nasıl Başardı?

Atatürk ne zaman başardı? 1919-1938 arası: Yani; 1. Dünya Savaşı'nın bitiminden bir yıl sonraki ile 2. Dünya Savaşı'nın başlamasından bir yıl önceki zaman aralığı içinde (bilmeden iki kritik eşik olay duvarı arasındaki sükunetten yararlandı)...
Atatürk ne ile başardı? İnanılmaz gelebilir ama o zamanlar Avusturya'ya bağlı olan Macarlar'ın, o zamanlar İngiltere sömürgesi olan Hintliler'in, Çanakkale geçilmez defansıyla Batı Avrupalılar'ca destek verilmesine engel olduğu için yıkılan Çarlık'ın selefi Ruslar'ın, o zamanlar neredeyse yalnızca ‘haşhaşiyun’ tarikatından ibaret olan Afganlar'ın verdikleri maddi destek aracılığıyla... Bu; tarihte taraf tutma (veya leyhtelik / aleyhtelik) üzerine ilginç kaotik gergefler veriyor ama hala yeterince belgelenmemiş durumda; yani vakıa aynı ama rivayet muhtelif...
Atatürk kimlere karşın başardı? Kurtuluş Savaşı sırasında onun üzerinde isyan çıktı ve hepsi şeriatçı idi... Kürtler de konuya dahildi ama bazıları ödüllendirilecekleri umuduyla, Atatürk'ün safında yer aldılar. Atatürk onları önce destek verdikleri için övdü, sonra da isyan ettikleri için dövdü... (Bütün liderler rakiplerini aşağı yukarı aynı yöntemlerle safdışı bırakagelmiş.)
Atatürk başa nasıl geçti? 1. Dünya Savaşı sırasında ordu kademelerinde ancak üçüncü derecede / kademede sırası olduğu söylenebilir. Birinci sıradakiler (Enver, Talat, Cemal Paşa'lar) yitirdikleri için elendiler. İkinci sıradakiler (Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak) yaşlıydılar; ne olduğunu anlamadan devredışı kaldılar. Astlar iki yol seçtiler: Ölümüne bağlı olanlar (Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, İsmet İnönü) ve yanılanlar (İstiklal Mahkemesi yolcuları). Atatürk dedi ki: Ya devlet başa, ya kuzgun leşe... Ve kazandı...
Atatürk, çabalasaydı da elde edemeyeceği denli, tarih bilincine gereksiniyordu... Sahip değildi ve bunda başarısızdı ama başardıklarının önemli bir bölümü (özellikle devrimler süreci), kesinlikle başarılamayacağı önesürülebilir süreçlerdi...

Atatürk Neleri Başaramadı?

Atatürk'ün başardıklarının epey bölümü denli, başaramadıklarının tamamına yakını da başarılamaz şeylerdi. İlkin; başarılabilirdi ama başarılamamış işlere bakalım:
1. İkinci adamı yoktu. Hiç bir lider rakip istemez ama Atatürk'ün erken öleceği belliydi, son(un)a yakın yerine birini yetiştirebilirdi. (Büyük olasılık bunun ayırdındaydı, yoksa durup dururken İsmet'i neden dinlendirsindi?)...
2. Genel kültürel altyapısı zayıftı (hem kendisinin, hem de yakın çevresindekilerin). Tüm meslek gruplarıyla (enazından yüzde seksen yayılımla) temasta kalması gerekirdi; bir anlamıyla o da halkının (olumsuz) gücünü küçümsedi ama bu da zaman olarak, değil onun ölümünden sonraki dönemin ötesine, şimdinin sonrasına bile taşar. Özellikle Cumhuriyet'in ilanından sonra, başkalarına danışma sürecine giderek kapalılaştı; çünkü (hep olduğu üzere) çevresi dalkavuklarca kuşatılmıştı. Oysa bir Türk Dil Kurumu olgusu, hepi topu on kişinin yarattığı bir mucizedir; kültürün diğer alanlarında böylelerini bulmak bir yana, aramadı bile...
3. 19. Yüzyıl zihniyetiyle hareket etti. 1890-1920 arasındaki tarihçesel gelişmeleri, o sıralar savaşta olduğundan ve kitle iletişim araçları o zamanlar zayıf olduğundan dolayı izeleyemedi. Yani; (Wittgenstein'ın dediğince) önce o tarihi geçti, sonra tarih onu geçti.
4. Olacağını öngörmesine karşın,  Türkiye'yi 2. Dünya Savaşı'na hazırlayamadı. Oysa on maddelik bir emir-komuta listesi, TC GNP'sini 5 yılda 100-500 kat arttırabilirdi (örnekse, Polonya'dan neredeyse bedavaya alınmayan ve Naziler'den kaçırmak için sökülmüş hazır fabrikaları İsmet İnönü'nün almaması).
Bunlar örneklemelerdi. Geçelim başarılamaz başarılamamışlara:
1. Çok partili cumhuriyet. Serbet Fırka denemesi ve yanılması.
2. ABD-SSCB ikilisine karşı konum. Rivayete göre, ölüm döşeğinde asla SSCB'ye karşı bir grubu girilmemesini vasiyet etmiş ama İsmet'in bunu dinlemediği aşikar.
3. AB'ye  (yendiği yedi düvele) karşı konum. Batılılaşma eğiliminin ikilemi, yendiği ülkelerin kültürünü alması, onu fiilen yenik duruma getirdi. İslam engizisyonu karşısında, durum ne yazık ki seçimsizdi.
4. İslam'a karşı konum. Osmanlı'nın bitişi, Cumhuriyet'i de İslam'dan kopardı.
Bunlar da örneklemelerdi.
Sonsöz: Çok yaşa Atatürk; sen olmasan halimiz nice olacaktı...

(1 / 1999)

YENİ YIL YAZISI : 1 OCAK 2002 İÇİN

Yeni bir onyılın / yüzyılın / binyılın ilk yılını yaşadık. ‘Öldürdük’ mü demeliydim yoksa?

Savaşa girdik. Diyeceğim her şey zait. Madem ki bu kerre mağlubuz, verin bağrına basak mührümüzü…

Anayasayı değiştirir gibi yaptık. En önemli maddeyi, doksanıncıyı, askerlerin neticesinde ıskaladık. Hoş, savaşa da askerler nedeniyle girdik, yine ayrı konu…

Susurluk’u sildik. Yokmuş gibi yaptık. Peki, ya yazılı kayıtlar, ya vicdanlar? ‘Cüzdan’ demedim bilader…

Cumhurbaşkanı olmayı hakeden hanımefendiyi işkenceye yollamak için elimizden geleni yaptık. Yapıyoruz da… Yapacağız da… Kimsenin kılı kıpırdamıyor. Siz öyle sanın…

Medyatör savaşlarında, nedense birini öbürüne yeğledik. Sanki, sıcak b.kla soğuk b.k farkediyormuşçasına… Aynı foseptikte bir içişleri bakanını da tasfiye edip boğduk.

Doları olabileceğinin iki katına çıkardık ki bazı kara para aklayacıları paralarını daha değerli aklasınlar diye…

Depremzedelerimizi üçüncü kışa da çadırda soktuk.

Maaş kuyruklarında dedelerimizi gömdük. Sağ kalanlar halk ekmek kuyruğuna geçtiler. 100 küsur yaşındaki neneler, 20 kiloluk beleş patates çuvallarının altına girdiler. Eve götürüp ardından sağanak yağmur altında keyiften göbek attılar. Bu arada milletvekillerimiz 4 milyar maaşı az bulup anayasayı şey ettiler.

Meclis, asker gönderme hakkını hükümete, hükümet de, e herıld yani, genelkurmaya şutladı. Bizim gençlik hezimetle katliamda…

Fener-Gassaray çatışması pek çok önemliydi. Aptal kutusunun karşısında milyonlarca kişi milyarlarca saat maç seyredip, trilyonlarca saat transfer geyiği yaptılar. Afferin onlara… Faşizme ne gerek var? Futbol var ya… Galibiyetlerin zafer naraları, Hitler’in  ve Naziler’in ‘heil’larından güçlü çıkıyor.

De de bitmez. Çek çek bitmiyor. Ama devrim de bitmedi henüz. Bir gün olur, sıra bize de gelir…
(22 Kasım 2001)

KURBAN BAYRAMI İÇİN

İlkin ilki:

Kurban bayramı değil, hac bayramı… Şeker ve/ya ramazan değil, oruç bayramı…

Bir kafir olarak konuya gecikmeli olarak katkıda bulunayım dedim. Konu, iki ay önce pek bi gündemdeydi. Artık düpedüz kiliseleşmiş İslam uleması, fetva üzerine fetva döktürdü. Dilipak, ‘kurban bayramına et bayramı mı diyeceğiz?’ buyurdu. Her iki bayram için de yukarıdaki öneride bulunana raslamadım. Maksat, dine katkım olsun.

Kardeşim, siz bayramları neden yapıyorsunuz? Tamam gelenek ama her ikisi de en önemli iki ibadet içindir. Yalan mı? Yoksa, siz öyle saymıyor musunuz?

Artık bırakın kan dökmeyi. Sorun, ‘Avrupa Birliği ne der?’ değil bilader, sorun insan olmak. Üstelik, ben kurban kesilmesini, kanın akışını ve etin doğranmasını seyretmeyi, çocukluğumdan beridir çok severim ama herkes benim gibi ipi koparmak zorunda değil...

Devam: Bırakalım yasalara göreyi, vicdanen, o postları elin talancılarına trilyonlarca lira kazandırmacasına, yıllarca nasıl kaptırdınız? Tuzlat evine koy. Kaban yaptır, bir garibana kış vakti hediye et. Hayır duası al. Kefenin cebi yok.

Sonra, ne o öyle? Etleri, sen ben bizim oğlan dönder, kimseye verme. Bu ülkede adam başı günde otuz gram et, ya yeniyor, ya yenmiyor. Pişir dağıt be bilader, sevaptır.

Hacca giden onlarca kişiden dinledim. Orada kesilen kurban etleri sıcaktan çürüyüp gidiyor. Bu günahtır. Burada kestirt.

Kolay mı yanlışı düzeltmek? Önce ‘hayır’ diyeceksin, ondan önce de ‘hayır’ diyeni dövmeyeceksin.

İslam engizisyonu değil, İslam rönesansı olsun diye, 20 yıldır yırtınıyorum. Artık uygarlaşın kardeşlerim… Değişmeye açık duruma gelin. Bakın Tayyip’lere, bakın Necmettin’lere… Abdurrahman’a birşey diyemem. Dogmatikler hep aynıdır, duvar esner, onlar esnemez.

Neyse bayramınız mübarek olsun, ey sevgili na-var karilerim… Nasıl olsa, 2001 krizinden sonra bu yıl kurban satışları yarıdan aşağıya düşecektir. Ortalama koyun ömrünü uzattınız, fena mı? (4 Ocak 2002)

28 ŞUBAT İÇİN

En son askeri darbemizden beridir 5 yıl geçmiş. ‘Buçuk darbe’ dediler, ‘post-modern darbe’ dediler ama ‘darbe yapmadık’ demediler. Zaten, resmen hükümeti düşürdüler. Deseler ne olur, demeseler ne olur?
Bu arada Cüneyt Arcayürek ‘Sessiz Darbe’ kitabında (Bilgi Yayınları), 1994’te yapılmış başka bir darbeden söz ettiyse de, pek inandırıcı olamadı. Zaten, soğan başı olmak, tüm subayların peşinde koştuğu birşeydir. Sen başsan, birileri erken emeklidir. Öyle temayüllerden filan, laf ola beri gele diye söz edilir. Emir-komuta zinciri, üstler için pek geçerli sayılmaz, daha çok ‘kim kimi indirirse’ biçiminde ayak oyunları işler. Bunun için Yüksek Askeri Şura kararlarını izlemek yeterlidir.
28 Şubat bir süreç oldu. Ta 2001’de Fazilet Partisi’nin kapatılmasına dek sürdü. Da şu gözden kaçtı: ‘Şeriat A.Ş.’yi palazlandıran, yine bir başka darbeci Evren idi. ‘Faysal Finans’lar, ‘el Baraka’lar hep onun hempaları sayesinde palazlandı. Türkiye toprakları, o zamanki anayasada yasak olmasına karşın, onun zamanında Araplar’a satıldı. Türkiye’ye milyonlarca Arap turisti onun zamanında geldi. Hizbullah onun sayesinde başladı.
Yine başka bir nokta: Artık siviller de darbe yapmaya meraklı olmaya başladı. 2001’de MİT’in iki emekli generali içeri yollatması ilginç bir kayıt olarak tarihçeye geçti.
Dahası var. Ordu, bugün laik filan değildir. Birliklerde mescitler var, toplu cuma namazları kılınıyor. ‘Takunyalılar’, her zaman güçlü bir grup olagelir. Ordunun laikliği, olsa olsa ‘tavşana kaç, tazıya tut’ kabilindendir.
Ordunun tepedekileri, yani karacı generaller, daha çok orgeneraller, kendilerini herşeyi bilen, herşeyden anlayan, herşeyi yapmaya kaadir sanırlar. Genelkurmay başkanı Kıvrıkoğlu, anayasada yasak olmasına karşın, televizyona çıkıp dış siyaset konusunda emir-komuta kalıpları içinde konuşabilir ve bu ülkede kimse de gözü yiyip onu yargılatmaya kalkmaz.
Yalnızca gözden kaçırdıkları şu: Bu ilelebet böyle gitmeyecek. Gün gelecek, birileri kendisi batarken, birilerini de batırmak için konuşmaya başlayacak. Ondan sonra da herşey çorap söküğü gibi ilerleyip ortaya dökülecek. E tabii, generaller yine ellerinden geleni esirgemeyecekler. Huylu huyundan vazgeçebilir mi?
Beşinci darbe olur mu, olursa ne zaman olur? O bir sonraki yazının konusu olsun.

(4 Ocak 2002)

5. DARBE NE ZAMAN OLUR?

Bugüne kadar, Türkiye’de 4 askeri darbe yaşadık: 27 Mayıs 1960’ta, 12 Mart 1971’de, 12 Eylül 1980’de ve 28 Şubat 1997’de...
Ağustos 2001’de Musevi işadamı Üzeyir Garih öldürüldü. 10 Eylül 2001’de Taksim Gümüşsuyu’nda çevik kuvvet ekibine bombalı intihar saldırısı yapıldı. Garih öldürüldüğünde, üç ay içinde bir terör olayı olursa, 5. darbenin olacağını söylemiştim, bir ay geçmedi. (Sonraki not: Darbe olmadı, 11 Eylül oldu. Bizimkiler yurtdışına asker yolladı ki bu darbeden daha büyük bir siyasal karar demek.)

(Bomba patladığı anda, Taksim Meydanı’nda başarısız bombalı intihar saldırısında ve genelevler patroniçesi ve uzun yıllar İstanbul gelir vergisi rekortmeni Matild Manukyan’a yapılan bombalı saldırıda, olaylardan yalnızca bir iki dakika önce o noktada olduğumu anlatıyordum. Bunu anlattığım arkadaş ise, üçüncü hakkımın beni gömebileceğini söyledi. Şu sıralar oturduğum mekan ise, son bombanın patladığı noktaya yüz metreden yakın.)

5. darbe yaklaşıyor.
Eğer, önümüzdeki 1 yıl içinde Uzanlar’dan biri veya Aydın Doğan öldürülürse, olaydan sonraki en uzun 1 yıl içinde darbe olur. (Sabancı veya Koç öldürümü umulmuyor.)
Öldürülecek kayda değer gazeteci yok. Reha Muhtar’ın cesedi, hiçbir infial uyandırmaz. Göbek atanlar bile çıkar.
Eğer, önümüzdeki bir yıl içinde faili meçhul 1.000’i geçerse, 10 ay içinde darbe olur.
Eğer, önümüzdeki 6 ay içinde bir sinagogda patlama olursa, olaydan sonraki 9 ay içinde darbe olur.
Eğer, önümüzdeki 8 ay içinde TÜSİAD veya TOBB başkanı öldürülürse, 6 ay içinde darbe olur.
Eğer, önümüzdeki bir yıl içinde 10 milyar dolarlık yeni silah alımı daha istenirse, 1 yıl içinde darbe olur. (Buna, önümüzdeki aylarda yeniden hazırlanacak olan bedelliden alınacak paranın 5 milyar doları bulması olasılığı dahil değil, o da yarım etken demek olsun.)
Eğer, önümüzdeki 6 ay içinde hiçbir anayasa maddesi değişikliği yapılamazsa, 8 ay içinde darbe olur.
Genelkurmay başkanı öldürülürse hemen darbe olur.
5. darbe nasıl olur? ‘71-’97 arası bir formatta. Yine, meclis dışı hükümet, yine dışarıdan manipülasyonlu ekonomi yönetimi.

Tüm bunları önkoşullu olasılık ağı olarak zihninizde örün. Ardışıklık yok ama gerçekleşen biri, diğerini sinerjik etkiyle yükseltgeyecektir.
Kamunun tepkisi ne olacaktır?: Yine kabul. 30.000 entellektüel sürgün daha ki benim de aralarında olma olasılığım % 50’yi geçer. Geri kalan koşullar aynen baki…
6. darbe savaş demektir. 7. darbe olmayacak. Kendiliğinden tepeden inme bir sosyal demokrasi gelecek. En uzak menzil 2025.

Dipnot: Bu metin 11 Eylül 2001’de, 11 Eylül haberi alınmadan önce yazıldı. Dünya Ticaret Merkezi yıkıldıktan sonra yaşananlar, hem birçok durumu değiştirdi, hem de 5 yıl içinde yaşanabilecek gelişmeleri 5 aya sığdırdı. Savaş olasılığı, özellikle Irak olasılığı, sivil-askeri otorite arasındaki çelişkiyi yalnızca dondurdu. Geri kalan parametreler sabit. Özellikle, bir genelkurmay başkanının öldürülmesi olasılığı giderek artıyor. Şimdiye dek, jandarma genel komutanı ve eski deniz kuvvetleri komutanı öldürülmüştü.
Bir de, darbenin sivil kanadının ağır basacağının vurgulanması gerek.

(11 Eylül 2001)

12 MART İÇİN

Mart ayı 31 çeker. Bu yıl 12 Mart da 31 çekti, pardon 31. yılını idrak etti.

12 Eylül’ün gelişi 12 Mart’tan belliymiş. Türkiye Cumhuriyeti yasalarında darbelerin ve işkencenin zaman aşımı ve insanlık suçu kavramları yok. O nedenle 12 Mart kedisi Muhsin Batur, olaydan 27 yıl sonra televizyona çıkıp, Türkiyede demokrasi olsaydı, kendisinin yargılanmış olacağını söyleyebildi. Kendini ihbar et o zaman. Karaktersizsin, biliyoruz, bi de üzerine neden tüy dikiyorsun? Zulmünü anımsamak hoşuna mı gidiyor? Senin mezarına tükürseler ne olacak?

12 Mart 1971 ertesinde, Türkiye’nin tüm sanatçıları ve aydınları hapishanelere dolduruldu. Binlerce kişi işkence gördü. Baş işkenceci Faik Türün’ü milletvekili yapabilen sabık cumbabaya ben ne diyeyim?

Asker polise, polis askere, asker askere işkence yaptı. Bu açıdan 12 Eylül bile o denli filmi koparmadı.

Ne oldu? Hepicüğü emekli oldular. Sabancı’larda, Koç’larda, misler gibin yönetim kurulu üyesi olup cukkayı doldurdular. Aynı Sakıp, cuntacı generallerle görüştü. (Kaynak: Bay Pipo, Milliyet Yayınları.) Aynı Sakıp, kardeşinin katilini faili meçhul ettirtti, sonra da soru soran gazetecilerin önünde konuyu yalanlamadı. (Bir tek şeyi unuttu, maktulun çocuğu oldu. Kan davası olursa ne yapacak? 33 Sabancı’yı nasıl korutacak? Fehriye hala orada bir köy, pardon başka ülke var uzaktada…) Şimdi de total kaliteden söz ediyor. 31 yıl faşist olup da, tüm aydınları temizletip, nereden akıllı adam bulacaksa? Hoş, kapıkulundan bol birşey yok bu ülkede…

12 Mart, ‘muhbir vatandaş’ deyiminin icat edlidiği dönem olarak da tarihçeye geçti. Bütün küçük insanlar, çıkarları için en yakınlarını harcamaktan çekinmediler. Hepsi de sıkıyönetim kayıtlarında saklı duruyor. Bir gün gelir, biri akıl eder, onları da kitaplaştırır.

12 Mart, 1960’ın 3 idamının rövanşının alındığı dönem olarak da tarihçeye geçti. Deniz ve arkadaşları, daha yargılanma aşamasındayken fotoğraflandılar ve Deniz asılacaklarını en baştan biliyordu. Asıldılar da…

Askeri darbelere hayır… Darbe ve işkence zaman aşımsız insanlık suçudur. Türkiye Cumhuriyeti yasaları böyle demese de, imzaladığı uluslararası anlaşmalar bunu eyliyor. Gün gelir, onun da hesabını verirler.

(Ocak 2002)

AB’ye HAYIR

Tiyatro sanatçısı Ferhan Şensoy, 1971 yılında ‘AB’ye Hayır’ başlıklı bir makale yazarak, Fransa’da yapılan konuyla ilgili uluslararası toplantılara katılma hakkını kazanır. Orada, Türkiye’nin Avrupa tarafından ortaktan çok pazar olarak görülğünü belirtir. Bir yetkilinin ona yanıtı ilginçtir: Allahtan yöneticileriniz sizin gibi düşünmüyor. Bir komiğin 31 yıl önce düşünebildiğini, bugünün trajikomik iktidar seçkinleri düşünemiyor.

Türkiye’nin yıllık dış ticaret açığının, yıllık 10 milyar dolarlık silah alımının, şu andaki 100 milyar dolarlık (ve son 30 yılda ödenmiş 200 milyar dolarlık) dış borçlarının önemli bir bölümü, AB ülkelerinin kasalarına giriyor. (Oradan da, ABD kasalarına gidiyor, ayrı konu…)

Bugün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının % 77’sinin AB üyeliğine taraftar olduğu, kamuoyu araştırmaları tarafından öne sürülüyor. Bunun gerçekliği kuşku verici… Halkın yarısından çoğu konu hakkında sıfır bilgi ve ilgiye sahip. (Bir ilkokul mezununun konuya akıl erdirmesi beklenemez.) Toplamda 10 milyon oyvereni olan, uç sağdaki 3 partinin konuya ilişkin tutumları da ortada…

Yanısıra, bazı marksistler ve bazı ordu mensupları da, AB’ye girişe doğrudan karşı çıkıyor. Ateist, anti-nasyonalist ve anti-şövenist, anti-marksist ve anti-militaristim. Karşıtı olduğum düşüngülerle aynı savı savunmak beni irkiltmiyor. Doğruları yanlış kişilerin dile getirmesi sakıncalıdır ama bu durum doğruları yanlış yapmaz, yalnızca aynı yanlış kişilerin yanlış savları dile getirmesi durumunda, kamuoyunu yanıltması olasılığı olur.

Önümüzdeki 50 yıl içinde, Türkiye’ye 5 trilyon dolara mal olacak AB’ye katılıma hayır…

9 ülkesi krallıkla yönetilen 15 ülkelik bir birlikten, demokratik hukuk devleti olmayı ve temel insan haklarına saygı göstermeyi öğreneceksek, vay halimize… ABD’nin vassallığıyla AB’nin mandalığı birbirinden olumsuz olarak ayırtsızdır. Devamında, (eski) Varşova Paktı ve İslam Konferansı Örgütü koloniliği de, diğerliyle ve birbirleriyle olumsuz olarak ayırtsızdır. Türkiye Cumhuriyeti, Soğuk Savaş döneminde Hindistan’ın başını çektiği 77’ler Grubu gibi, BM’de en az 50, en çok 100 ülkelik bir bağımsızlar bloku kursa ve sürdürse gerek…

(9 Mart 2002)

PK-GAP

Hürriyet gazetesinin Ocak 2002 nüshalarından birinde, sonraki haftalarda yazarlığını kimsenin üstlenmediği bir haber çıktı. Güya ordumuz, PKK’ye bazı koşullar önesürmüştü.

7 Şubat 2002’de PKK, adından K’yi, yani Kürdistan’ı çıkaracağını açıkladı. Adını ‘Demokratik Cumhuriyetçi Parti’ yapabilecekmiş. Radikal gazetesi, bu haberi ‘bir pazarlık olabilir mi?’ sorusuyla manşetten verdi.

19 yıllık süreci gün be gün yaşadık. 4 cumhurbaşkanı gördük. 10 başbakan, 5 genelkurmay başkanı değişti. 1 jandarma genel komutanı kazayla öldü (ne demekse). Resmen 40.000, gayrıresmen 100.000 kişi öldü. 2 milyon kişi zorunlu göçe maruz kaldı. Enaz 1.000.000 kişi, Türkiye üzerinden Avrupa’ya transit göç eyledi. Türkiye üzerinden ortak eskortla bir trilyon dolarlık uyuşturucu geçirildi, bu yalnızca terör koşullarında mümkün olabilirdi, öyle de oldu. ‘www.yolsuzluk.com’dan eski içişleri bakanına dek herkes, isim, adres ve zaman vererek konuyu gündeme getirdi. Sonuç sıfır oldu tabii ki… İnterpol bile birşey yapamadı bu konuda… Olsun, herşey kayda geçti ya. 50 yıl sonra da olsa, karaparalar kursaklarından geçmişlerin çocukları hesap verecekler elbette…

Haberden tam da bir gün önce elime bir kitap geçti:

Muhatapsız Savaş Muhatapsız Barış, Hasan Yıldız, Doz Yayınları, Şubat 2001, 286 sayfa.

Tesadüfün ne deliği acaba?

Apo’yu marksist sayanlar, Musa Anter’i katlettirenler, Kemal Burkay hakkında ölüm fermanı çıkarıp, onu göçe zorlayanlar, şimdi yeniden işbirliği durumunda.

Kitap bir alıntı ile açılıyor: “Bana doğruyu söylerken neden yalan söylüyorsun?”, Sigmund Freud.

Doğru niyetine yutturulan yalanlar neler?

Bir: Talabani-Barzani-Öcalan birleşemedi, alnında ‘bırakuji’ ayıbı olan Kürt halkı, ülke sahibi olma hakkını yitirdi.

İki: Geleneğinde asla demokrasi içermeyen bir halk, ancak etnik faşist olur, oldu da…

Üç: Kırmançiler’in Zazalar’a ve Kuzey Irak’ta Kürtler’in Türkmenler’e zulmü ortada. Güçsüzken mızıldanan, azıcık iktidar bulunca zalimleşen halk, tarihin çöplüğünü boylar.

Dört: Büyükkentlere göçenlerin ortalığı nasıl talan ettiği de ortada…

Beş: ‘PKK-korucu-ordu’ üçgeninde, Kürt ailelerin bireylerinin nasıl fink attığı da ortada..

Altı: 2. Dünya Savaşı’nda tüm Kürtler’in Hitler’i desteklediği de ortada…

Geçelim plana:

Apo kazanırken onu alkışlayanlar, şimdi yeni bir yol arıyorlar. Yazarın siyasal geçmişini bilmiyorum. Ama yine bir kitaptan söz edip asıl kitaba geri döneyim:

Apocular, İddianame, 1981, Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı, 208 sayfa.

İddianamede, daha 1980 yılında, PKK’nin kadrosunun tümünün devletçe bilindiği, ad be ad sayılarak açımlanıyor. Derin devletin PKK’yi beslediği çok öne sürüldü ama kimse üzerine alınmadı.

Kitaba geri dönersek, yazar bunun yanıtını bir türlü veremiyor. Oysa, çok açık: ‘Queimada’ filminde açıkça sergilendiği üzere, A ve B ülkeleri ve/ya grupları arasındaki savaşta, liderlerin kendileri ve yönsemeleri sıkça değişir. Diğer bir deyişle ABD, hem PKK peşmergelerini Çekiç Güç helikopterleriyle kaçırır, hem de Apo’yu olmuş armut gibi TC’nin ağzına bırakır. Apo, Arafat gibi, solcuyken Müslüman oluverir.  Keza, Apo gibileri dün kahraman sayılır, bugün hain… Kürkçü’ye, Küçük’e ve Perinçek’e bakın. 10 yıl önce Apo’yu ‘marksist lider’ diye yere göğe sığdıramıyorlardı. Onların hiç Kemal Burkay’ı övdüğünü gördünüz mü? Küçük, 1986’da 1980 öncesinden dolayı, marksistlerin Türkiye’den özür dilemesini isteyen Aziz Nesin’e, göğsünü gere gere özeleştirinin hristiyan işi olduğunu söyleyip, hempalarından alkış alabiliyordu, hemen yanında konuşmacı olarak Perinçek var iken…

Kimse anlamak istemiyor: Tıpkı 1980 öncesi marksistleri gibi, 2000 öncesi Apocular’ı da başarılı olabilirdi. Olsalardı, durum şimdikinden çok daha kötü olurdu ama hiç olmazsa ezilenler bir kez olsun Türkiye’de kazanmış olurdu.

Devrim bitti mi? Hayır. Devrimciler bitti.

Sonuç:

Kürdistan İşçi Partisi PKK, PKT, yani Türkiye Kürt Partisi olamayacağına göre, adını, PK-GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi Kürt Partisi) yapsın (arada canları çekince ‘Kürt’ü temsil eden K’yi ‘karkeren’ yani ‘işçi’ diye okurlar). TC, onların yüzlerce yıldır yapamadığını yapıp, GAP ile bölgeyi cennete çevirdi, üste 100-150 milyar dolar harcayarak. Bu ordunun, Güneydoğu Anadolu’da ve/ya Kuzey Irak’ta bu büyük lokmayı bedava Kürtler’e yedireceğini ummak için, safdil olmak bile çok gelir.

Neden böyle?

Çok basit. Derin devlet, HADEP’in güçlendiğini gördü. Ona oy vermeyen Kürtler çok olabilir ama ilericiler o tarafa kayarsa, bir anda % 10 barajı geçiliverir. HADEP, söylemini çok dengeli ayarlamaya başladı. Sema Pişkinsüt’ün küstüreceği, kararsız % 10’luk sosyal demokrat kesim bile oraya kayabilir. Bunların hesabını beyaz kuvvetler çoktan yaptı bile…

Nasıl ama? Eskiden HADEP PKK’ya alternatifti, şimdi PK-GAP HADEP’e alternatif kılınmaya çabalanıyor. Olur mu olur. Bu ülkede kimlerin nasıl yutturulduğunu 40 küsur yıldır çok yaşadık. Yanına da Baykal’ın CHP’sini koy, yeme de yanında yat. Gerçek sosyal demokrasi 25 yıl daha hapı yutar.

Tüm bu şerhler, bunun içindi. Bakalım, 100 tanecik Kürt sosyal demokratı, bu konuda ne yapacak?

(7-11 Şubat 2002)

GENEL SEÇİM TAHMİNLERİ

Oyverme yaşıma gireli beridir kronik bir oyvermez olsam da, elimden geldiğince seçimler için kestirimlerde bulunurum.

İşte, son 2 genel seçim için tahminlerim ve gerçek sonuçlar:

1995 Genel Seçimleri

Tahminler

Oy yüzdesi

DYP                        % 20
ANAP                    % 20
RP                           % 20
CHP                        % 15
DSP                        % 10
HADEP                  %   5
MHP + Diğer         % 10

Sonuçlar

Oy yüzdesi

DYP                        % 19,2
ANAP                    % 19,6
RP                           % 21,4
CHP                        % 10,7
DSP                        % 14,6
HADEP                  %   4,2
MHP + diğer         % 10,3

Milletvekili yüzdesi


DYP                        % 23
ANAP                    % 23
RP                           % 23
CHP                        % 13
DSP                        % 18

Nicel Saptamalar       (milyon)

Nüfus sayısı                          60
Seçmen sayısı                       40
Kayıtlı seçmen                      35
Kullanılan oy                        30
Geçerli oy                              25

Yüzdeler

100          Toplam seçmen
  85          Kayıtlı seçmen
  75          Oy kullanan seçmen
  60          Geçerli oy kullanan seçmen
‘% 10’ barajını geçebilen partilerin     aldığı oyun, toplam nüfusa oranı

+

1999 Genel Seçimleri

Tahminler

Oy kullanma oranı : % 65

Oy dağılımı:

DSP : % 20
ANAP : % 20
DYP : % 15
FP : % 15
CHP : % 10
MHP + Diğer : % 20

Sonuçlar

Oy kullanma oranı : % 87

Oy dağılımı:
DSP : % 22
ANAP : % 15
DYP : % 13
FP : % 14
MHP : % 18
CHP < % 10 (meclis dışı)

+

Kasım 2002 Genel Seçimleri

Bu seçim için tahminler, % 10 barajı kuralının uygulandığı varsayılarak yapılmıştır.

CHP, SHP ve HADEP (bir öncekiyle işbirliği yaparak) TBMM’ye girecek. HADEP olmazsa SHP TBMM’ye giremez.

TDP (Pişkinsüt), ÖDP, BBP (eğer bir partiyle işbirliği yapmazsa), İP, DTP (Bayar), yani hiçbir küçük parti (büyük bir partiyle işbirliği yapmadıkça) TBMM’ye giremeyecek.

DYP veya ANAP’tan biri, TBMM’ye giremeyecek.

AKP ve SP (birbirleriyle veya başkalarıyla) işbirliği yapmazlarsa, durumları belirsiz kalır.

Belirsizlik oranı en yüksek seçim bu ki bunu bir önceki seçimde en doğru tahmini yapan Tarhan Erdem de belirtti.

Oy vermede keskin parti değişimleri yine gözlenecek.

Bir önceki seçimde olduğu üzere ama bu kez daha az (çünkü sayıları kısalan süre nedeniyle) azaldı) oranda, yeni seçmenler sonucu epeyi etkileyecek.

Genel ve yerel seçimlerin ayrı yapılması seçmenin kararını kolaylaştıracak.

Kararsızlar 30 yıldır hala kararsız.

Sahte oy kullanımı en az % 10 dolayında olacak (çünkü toplam nüfusun % 10’unun nüfus kağıdı, dolayısıyla seçmen kartı olmadığını DİE başkanı açıklamıştı).

Demirel ve Türkeş’ten sonra, Ecevit ve Erbakan da bitti.

Bayar, Özkan, Derviş, Cem ve Soysal’dan bir beklentim yok. İşlevleri de yok. Veziroğlu ve Boyner’in de olmamıştı.

Bir veya iki partili bir Meclis bile umulabilir. Yine de, bir sonraki genel seçime yakın zamanlarda Meclis’te 10 civarında parti olacak.

Bir önceki paragraf için varyasyonlar: MGK ve TÜSİAD, CHP ve AKP ikilisini istiyor. MHP, DYP, CHP üçüncü MC demek olur. DSP, CHP, SHP çok ilginç olurdu; 6’ya veya 9’a bölünürlerdi herhalde...

Seçimi kim kazanırsa kazansın, halk madden ve manen yitirecek. Ekonomi programı aynen dayatılacak. AB konusu bir sonraki seçim sonrasına (2005 görüşmelerine) kalır. Ordu 150 milyar dolarını harcar. Borsa yükselmez. İlk 1-2 yıl döviz ve faiz artmayı sürdürür. İşsizlik oranı değişmez (% 10-15). Sanayisel üretim az da olsa artar. Tarım artık ciddi bir sorun. Turizm ve işçi dövizleri artmayı sürdürür. Dış borç iner çıkar. Bir kaç ödeme krizi yaşanır.

Oy dağılımı: (Soru imi, o parti tarafından barajın aşılıp aşılamayacağının kestirilemediğini gösterir.)

MHP       % 10 ? (9-11)
DSP        % 10 ? (9-11)
ANAP    % 10 ? (9-11)
DYP        % 10 ? (9-11)
AKP       % 10 ? (9-11)
SP           % 10 ? (9-11)
CHP        > % 10 + < % 15
SHP ( + HADEP)  > % 10 + < % 15
DMP       < % 10 (TBMM dışı)

Seçmen sayısı ( milyon): 47
Oy veren sayısı (milyon): 39
Geçerli oy sayısı (milyon): 36
Meclis dışı partilerin oy sayısı (milyon): 10

(9 Temmuz 2002)

‘NOTHİNG PERSONAL’

Türkçe bir metne, İngilizce bir başlık koymak itici görünebilir. Ancak, bazı ibareler zamanla terimleşir. ‘Fetva’ da (‘katli vaciptir’ anlamında), Salman Rüşdi’den sonra İngilizce sözlüklere girmişti.

‘Nothing personal’, ‘kişisel bir şey değil’ demektir. Özel olarak, İngiltere devlet görevlilerinin, İRA elemanlarına karşı uyguladıkları işkence, zulüm, vb türü davranışların ardından söyledikleri rivayet edilir. Yani, ‘kusura bakma, sana karşı özel bir garezim yok’ anlamında…

Aynı adı taşıyan bir film de vardır. Konusu yine İRA ile ilintilidir.

Vakti zamanında bizim Sansaryan’cılardan birinin de bir sanığa işkence edip edip,  sonra da kucağında ranzasına taşıyıp tedavi etmesi rivayet edilir.

Neden böyle olur? ‘taraf olmayan bertaraf olur’ diye bir deyim icat etmişler. Bizde herkes devletçidir, yani devletten yanadır ama bundan anladıkları birbirinden çok farklı şeylerdir. 1980’de Ecevit’in genelkurmay başkanı yaptırdığı Evren, ona karşı darbe yaptıktan 20 yıl sonra onu ziyaret edip, 1999 seçimlerinde oyunu DSP’ye verdiğini beyan etmiş. Sonra da belirtmiş: ‘Nothing personal’, yani ‘biz devleti kurtardık’.

Aynı Evren’le birlikte şu anki cumhurbaşkanı Sezer, Haziran 2001’de bir askeri törende yanyana gelebildi. Ecevit’le de, Özal’la da, Demirel’le de biraraya gelebildi ve gelebilecek.

Aynı Evren’i, onun devirdiği ve Çankaya’ya çıkacağına dağa çıkacağını söyleyen Demirel, üstelik 1989’dan sonra, kezlerce ziyaret etti. Kendisinin adına bir de demokrasi müzesi kuruldu.

Bunların hepsi de devlet töreniyle gömülecek. İyi mi?

1980 darbesinin görevlisi olmuş olan Özal, 1983’te hesapça Evren’e (daha doğrusu onun ayakçısı (hani cop yerine kütür kütür delikanlıları kullandıklarını beyan eden)  Sunalp’a) karşı seçimi kazandı.

Nedir bu oyun? Nedir bu ilkesizlik? Nedir bu ikiyüzlük?

Ne demek ‘kişisel bir şey yok’? Yeğen Murat ve Yahya Demirel, damat Ecvet Gürvit, davulcu damat Asım Ekren kişisel değil mi? Onları başkaları mı peydahladı?

Hiç mi hesap sorulmayacak sanıyorsunuz. İnsanlık suçlarında zaman aşımı yoktur. Bu böylece biline…

Son 40 yılda, başarılı ve/ya başarısız olmuş, 4-10 arasında askeri darbe yaşadık. Demirel’inden Gürsel’ine, Evren’inden Özal’ına ‘nothing personal’ ama ‘fetva’ da netekim…

(4 Haziran 2001)

21. YÜZYIL’IN İLK ONYILINDA İSTANBUL’DA SEFALETİN YÜZLERİ

İstanbul’un nüfusunu 10 milyon kabul ediyoruz ve bazı sefilleri örnekliyoruz:

Sokak çocukları ve tinerciler: Son 10 yılın ürünü. Aileleri tarafından gözetilmeyen çocuklar, sokakta yaşamaya başlayıp, çeteler oluşturdular. Grup içi ve dışı şiddet oranları çok yüksektir. En kısa yaşam beklentisi onlardadır. Sayıları binlerle kestiriliyor.

Evsizler: 10 yıl önce hiç yoktular. Şimdi on-yüz bin dolayında oldukları sanılıyor. Her kış beşi onu donarak ölür.

Yaşlılar: (Türkiye’de o yıllarda doğanlar için yaşam süresi beklentisi nedeniyle) 50 yaş üstü ve sağlık açısından özel bakıma gereksinim duyanlar. Çoğunun ancak karnını doyuracak bir emekli maaşı vardır. Arada maaş kuyruğunda ölüp gazete haberi olurlar. Dul, emekli ve yetimler 5,6 milyon kişiler.

Çıraklar: 11-18 yaş arasındakiler içinde Türkiye’de 4 milyon, İstanbul’da 800.000 kişi oldukları  sanılıyor. Anababaları iş bulamadığı için eve onlar bakarlar. Ayakkabı boyacıları ve selpak satıcıları bu gruba resmen dahil sayılmazlar.

Hurdacılar: İkiye ayrılırlar: Battalcılar ve mahalleciler. Battalcılar iki tekerlekli büyük çuvallarla bedavaya çöpten malzeme toplarlar. Mahalleciler, çok yüz kilo taşıyabilen üç tekerlekli ve bir buçuk metre karelik ahşap arabalarla, gereğinde para ödeyip her tür hurda toplarlar. Çok olumsuz sağlık koşullarında yaşarlar. Sayıları  on ile elli bin arasında değişiyor.

Seks işçileri: Çoğu kayıtlı değil. 1990 sonrasında çözülen Doğu Bloku’ndan bu işe giren çok oldu. Üniversite mezunları ve akademisyenler bile... Genelev çalışanları en alt düzeyde. Serbest çalışanlar kademe kademe yükseliyor ama o denli de risk alıyor. Travestiler ve dönmeler son on yılın gözdeleri. Mankenler en pahalı olanlar. Sayıları on-yüz bin dolayında sanılıyor.

Özürlüler: Türkiye ölçeğinde 7,5 milyon civarında oldukları sanılıyor. Sanılıyor, çünkü bu konuda resmen kayıt yok. Bunların 300.000’i Güneydoğu Anadolu’daki düşük yoğunluklu iç savaşta (çoğunluk mayın nedeniyle bacaklarından) yaralandılar ve genelkurmay onların varlığını yadsıyor. (İstatistik yayınlayan Özürlüler Konfederasyonu başkanı mahkemeye verilmişti.)

Bu tabloya ne diyorsunuz? Ya da AKP ne diyor? (10 Temmuz 2002)

MAFYAYI EVİNDE VURMAK

Türkiye’deki resmi toplam nüfusun % 10’u kadarının nüfus kağıtsız (ve sayılmamış) olduğu, 2000 sayımı ertesinde Devlet İstatistik Enstitüsü’nün o zamanki başkanı tarafından açıklandı. Eylül 2002 itibarıyla nüfusumuzun 70 milyon olduğunu kabul edebileceğimizi yine aynı kurum açıkladı. Demek ki halihazırda Türkiye’de nüfus kağıtsız 7 milyon kişiden söz ediyoruz.

Türkiye’de 2001 yılı içinde 100.000 kaçak göçmen yakalandı. Bu durumda, yakalanmayanların sayısının 200.000 olduğunu kabul edebiliriz. Son 10 yılda 2 milyon kişi eder. Bunun yarısının yerli, yarısının yabancı olduğunu kabul edebiliriz. (Bu kestirimleri, durumu yok saydıkları için, Türkiye resmi kurumlarından çok, uluslararası örgütlerin, örneğin Birleşmiş Milletler mülteci komisyonu yetkililerinin açıklamalarından çıkarsıyoruz.) Yerlilerin yarısının da Kürt olduğunu kabul edebiliriz. (Bunu da, 2 milyon zorunlu iç göçmen (en son Türkiye Aralık 2002’de bu konuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde kendi vatandaşlarına tazminat ödemeyi kabul etti) olmasının ve bunların köylerine geri dönüşlerinin, korucular tarafından katliam ile yüzleşmelerinin gazete haberleri olmasından çıkarıyoruz.) Ne eder? 1 milyon, Türkiye vatandaşı, nüfus kağıtsız (çıkarmamış veya imha etmiş), uluslararası göçmen Kürt...

1960’lı yıllardan başlayarak, hangi (iktisatsal ve/ya siyasal) nedenle olursa olsun, Türkiye’den dışarı sürekli nüfus yolladık. Şu anda 1980 ertesi için Avrupa’da 30.000 siyasal göçmenimizin olduğu kabul edilmiş durumda. İktisatsal nedenle gidenler de, uzunca bir süredir siyasal sığınma talebinde bulunuyorlar. Avrupa Birliği, ucunun nerelere varacağını kendilerinin bile hesaplayamayacağı bir karar almış: Siyasal mülteciler, Avrupa’ya hangi noktada girdilerse, er geç oraya geri yollanıyorlarmış. Her nedense, son yıllarda İtalya kucaklarını bu insanlara açtığı için, şu anda İtalya’da bir Türk kolonisi oluşmuş durumdaymış. (Bu konuyla ilgili olarak, 9 Aralık 2002’de NTV radyoda, BBC Londra Türkçe yayınında bir röportaj sunuldu. Hem memnunlar vardı, hem gayrımemnunlar vardı.)

Türkiye vatandaşları, Kürt de olsalar, Türk de olsalar, gittikleri yerde pek rahat durmazlar. Şu anda Avrupa uyuşturucu kaçakçılığının neredeyse tamamı Türk-Kürt mafyasının elinde... Adamlar, pazar kavgası için, habire Londra’nın göbeğinde Kalaşnikof’larla çift kale maç yapıp, aynı bizde olduğu üzere, geleni geçeni hacamat ediyorlar.

Malumunuz mafya örgütlenmesi İtalya (aslında Sicilya) orijinlidir. Son 10 yılda Avrupa’daki İtalyan mafyasını bizimkiler bastırmış durumda imiş. Önümüzdeki yıllarda eminim, İtalya’daki garibanların ekmeğini ellerinden tümüyle alırlar. Roma çeşmesinin o Müslüm babacı kılıklı, paralar verilmeyince kendini çiziktiren, makarnacının elinden yuroları kaparlar, hatta Vatikan’n önünde duman ekimine geçerler.

Eh İtalyanlar, artık rahatça haykırabilirsiniz: (*) “Mamma mia, il Turchi...” Pardon, düzelteyim: ‘il Kurdi...”

(*) Barbaros Hayrettin Paşa, Akdeniz’i bir Türk gölü yaptığında ve Hristiyanlar’dan habire levent devşirdiğinde, yani insan gaspettiğinde, İtalya’daki çocuklar Osmanlı arması taşıyan gemi gördüler mi böyle bağırıp kaçarlarmış: “Anneciğim, Türkler geliyor.”

 (9 Aralık 2002)

SU SAVAŞLARI

Çocukluğumuzda, Arap ülkelerinde suyun petrolden pahalı olduğunu duyduğumuzda, hem inanmaz, hem de gülerdik. Oysa şimdi ham petrolün litresi 15 cent (250.000 lira ya da 200 litresi 30 dolar), pet şişeli içme suyunun litresi 30 sent (500.000 lira ya da yarım litresi 250.000 lira), yani petrolünkinin iki katı...
30 Aralık 2002 tarihli Radikal gazetesinde, Coca-Cola şirketinin ABD’deki su sorumlusu türk hanım Alev Gökçe ile yapılan röportajda şu sayılar ortaya dökülmüş:
Dünya toplam şişelenmiş içecek su pazarı: 139 milyar litre.
Dünya toplam şişelenmiş içecek su pazarı: 42 milyar dolar. (Litresi 30 sent.)
Umulan ortalama yıllık büyüme oranı: % 6-7.
Türkiye şişelenmiş (10 litreden küçük) su pazarı: 2003: 967 milyon litre. 2005 : 1 milyar 39 milyon litre.
Türkiye şişelenmiş (damacana : 20 litre) su pazarı: 2002 : 704 milyon litre. 2005 : 897 milyon litre.
Türkiye’de suyun alkolsüz içecekler içindeki pazar payı: % 22,2 – 22,4.
İnanılmaz geliyor, değil mi?
Şimdi şimdi ortaya çıkıyor su savaşlarının nedeni... Daha sayılar ekleyelim: İstanbul’da bir aile ayda ortalama 10 dolar (16-17 milyon lira) kullanım / şebeke suyu parası öder. Bunu 10 milyon hane için hesaplarsak, aylık 10 milyon dolar, yıllık ise 1,2 milyar dolar eder. Türkiye, istatistiklerde kabaca dünyanın ortalama yüzde birinde seyreder. Bu yaklaşımla dünyada kullanım suyu pazarı 120 milyar dolar eder. Tarihten biliyoruz ki bir malın cirosu yıllık 100 milyar doları geçince, (petrol, silah ve uyuşturucu gibi) o konuda ortalık savaş alanına döner. Su için de yavaş yavaş böyle oluyor. Önümüzdeki Kuzey Irak Savaşı’nda, 100 milyar dolara mal olmuş olan Atatürk Barajı’nın yıkılması, savaşı on yılllar ölçeğine yayacaktır.
Anımsatalım: Bir insan susuz en çok üç gün yaşar, petrolsüz öleceği kuşkuludur...
Dünya temiz su rezervleri şu an bile yetersiz. Petrol rezervleri ise 25-50 yıl daha dayanacak.
Petrol zengini Arap ülkeleri su fakiri...
Su savaşlarına hoş geldiniz...

(30 Aralık 2002)

ORDU ve ÖZELEŞTİRİ

Ordu, bir an önce özeleştiriye alışmak zorunda…
Şimdilik eleştiriyle yetinelim.
Ordudakiler, 1960’tan beridir kendilerini en vatansever, en kurtarıcı saymaktalar. Öyle ki yeni milenyuma, son 40 yılda 4 başarılı ve 3 başarısız darbeyle girme, dünya rekoru kırmış olduk. Bugünün orgeneralleri, 60’ta üstteğmendiler. O nedenle, 28 Şubat ve 30 Nisan olabildi.
Oysa, balık baştan kokmuştu. Talat Aydemir 1963’te asılmıştı ve Cemal Gürsel yüzükleri ile yapılan Barbaros lojmanları hala orada kalmıştı. Benim babamsa, 40 yıldır altın alyanssız. Türkeş asılmadı ve sonraki 35 yıl boyunca Türkiye’ye faşizmin gelmesi için nice hizmetleri dokundu ve bunlar sıkıyönetim mahkemesi kayıtlarına geçti. Ardarda üç asker, Gürsel, Sunay ve Korutürk cumhurbaşkanı oldu. Güreş ve Bir ise mevkiyi ıskaladı. Umarız, 2007’de ve sonrasında artık bir daha askerler o mevkiye heveslenmezler.
1971’de sıkıyönetimde çalışıp işkencelere katılan ordu mensuplarına iki katı maaş verilmişti. Faik Türün’ün Ankara işkenceleri 30 yıl sonra bile anımsanıyor. Ziverbey Köşkü kitaplara geçti. Türkiye’nin 500 sanatçısı, öncelikle yazarı, mahpus edildi, işkence gördü, yargılandı, ceza aldı.
1980’de her siyasi suçlu aday adayı getiren polislere, sıkıyönetimce 40.000 lira ödül verilmişti. Kenan Evren, 100.000 kişi için katliam emri verdiğini 2001 yılında televizyonda açıkladı. 12 Eylül’cüler, o zamanki hava kuvvetleri komutanı Tahsin Şahinkaya’nın yargılanmaması için özel anayasa maddesi koydular. 1982 anayasası 20 yıl sonra bile uluslararası alanda Türkiye’nin başına hukuksal sorunlar çıkarıyor. Evren ise, emekli darbeci olarak,  resimlerini binlerce dolara satıyor.
Ordu, bütçenin sürekli % 30’unu alır. Bunun yanısıra, örtülü ödenek, vakıf bağışları gibi saklı kalemlerle bu oran % 50’ye çıkarılabilir. Uluslararası sivil örgütlerin sayılarına göre, Türkiye son 40 yılda silah alımına 300 milyar dolardan çok para harcadı. Irak Savaşı 10 milyar dolar, düşük yoğunluklu denilen iç savaş 100 milyar dolar zarar yazdı. 2000 yılında açıklanan sayılara göre, yalnızca bir erin gıda masraflarından, yılda 1 milyar dolarlık (ordu lehine) açık yaratılıyor.
Saymakla bitmiyor. (Bu nedenle metnin devamı olsun.)
Generaller, bir an önce eleştiriye alışmak zorunda, yoksa halk isyanı çıkacak.

(4 Mayıs 2001)

MİLİTARİST DİSİPLİN : 1

Veri tabanı kitap: Disiplin : Askeri İtaat Üretiminin Sosyolojisi ve Tarihi, Ulrich Sröckling, çeviren: Veysel Atayman, Ayrıntı Yayınları, 2001, 446 sayfa.

Girizgah:

20 yıl boyunca askerden kaçtım. Bunun 10,5 yılı lisans ve üstü eğitimle yasal olarak kullanıldı. Bir kez bölüm değiştirdiğim, bir kez yedeksubaylık kararını geç aldırdığım, bir kez de 32 yaşını geçip askerlik tecili haklarımı yitirdiğim için polislik ve mahkemelik oldum. Bir kez askeri mahkemeye çıktarıldım. Bir kez polis eşliğinde askerlik şubesine teslim edildim. Sonunda 2000 yılında bedelli askerlik yaptım. Asıl şubeme bedelli sülüsümü almak için gittiğimde, bana bir karış kalınlığında sicil dosyamı gösterdiler.

Tüm bunlara karşı kendimi ‘vicdanı retçi’ sayamam. İlk vicdani retçi arkadaşı da tanıyordum. 1984 civarıydı. Askerden kaçıyordum ama kalkıp da ortalıkta bağırmak benim işim değildi. Sakın yanlış anlaşılmasın, onlar Türkiye’nin ilk gerçek sivil itaatsizlik eylemi yaratıcısıydılar. Yalnızca, yaptıkları kişiliğime uygun değildi. Kışla yerine, hapis yeğlenebilir bir mekan değil. Erkekliğin onda dokuzu kaçmak, onda biri ortalıkta hiç görünmemek. Ortalarda hiç görünmedim. Babam emekli askerdi. Adresimi ve telefonumu hala bilmez, çünkü adresimi ihbar ederek beni bir kez o mahkemeye yolladı.

Geçeyim militarizmin kardeşleri savaşa ve şiddete (özellikle bazı ölmelere ve bazı öldürmelere)… İşte, burada duruyorum. İkisine de bayılırım. Orduya karşı olmamın nedenlerinden birisi de, savaşmayı bilmemeleridir. Türkçe’de var olan, özellikle genelkurmay basımı, neredeyse tüm silah ve savaş konulu kitapları okudum. Zihnim bu konulara çok sempati duyuyor. Nedenini, ölümü epeyi kez yaşamam olarak gösterebilirim. Psikologlar ve psikanalistler, rahatça psikopat olduğumu önesürebilirler, önesürdüler de...

Ara şerh: 40’ımı geçeli beridir, ellerim ve gözlerim çok aksıyor. Bedellide elime silah almak istemedim. Hakkım varmış olmasına karşın, yalan söyleyip, elime tüfek zimmetlediler. 3 kere 25 metreye, 5 kere 100 metreye kurşun salladım, bir isabet kaydettim. Hiç tabanca tetiği çekmiş değilim. Ancak, biliyor olmayı dilerdim. Yeni çıkan silahlar ise, körlere bile hedefe isabet ettiriyor. İronik bir durum ortaya çıktı.

Küçük kardeş disiplin ise, yine içkin olarak bende vardı. Yatılı okula gider gitmez, dolabımı neredeyse tıpatıp askeri yönetmeliklerdeki gibi düzenlemiştim. Bende olmayan ve orduya ve militarizme karşı çıktğım nokta, emir-komuta düzeneği. Babamın emirlerini bile dinlemedim. Temel yaşamsal seçimlerimde, asla ‘hayır’ demeksizin, daima tek başıma karar verdim ve bunların tümü babamın isteklerinin tam karşıtı yönde oldu. Malumunuz, önce baba, sonra öğretmen, en son da komutan dizisi vardır. Hepsini değilledim.

Tek başına vatanseverlik, yurtseverlik, ülkeseverlik, adı her ne ise, benden ondan var. Generaller, omuzlarındaki yıldızların bolluğunu kendi vatanseverliklerinin kanıtı sayarlar. Bu ülkeyi severim ama onun için ölecek denli değil. (Generaller de öyle: Cumhuriyet döneminde savaş meydanında ölen insan sayısı 50.000 iken, general sayısı 1’dir.) Askerlikten kaçtığım sürede 15 yıl süren bir iç savaş olduğu için, başıma ne gelecek idiyse bile, ölüm riski nedeniyle herşeyi göze aldım. İyi de yaptım. 40.000 kişi mezarda ve ben hala sağım.

Konuyu artık kitabın alanına getireyim. Kitap, Almanya ordusu özelinde, emir-komuta zinciri kullanılarak, milyonlarca kişinin, öldürmeye ve ölmeye nasıl koşullandırıldığını açımlıyor. Bunun ‘militarist disiplin’ diyebileceğimiz bir düzenekle nasıl işletilebleğini gösteriyor.

Dizi, epeyi parçadan oluşacak. İlki, girizgahtı. İkincisi, ‘içindekiler’ olacak. Üçüncüsünden sonuncusuna, kitabın sonundaki 9 özet tezden yola çıkarak yapılan yorumlardan oluşacak. Kitabın dilinde, yani çevirisinde, anlayışıma uygunsuz olan noktalarda, örneğin ‘sosyoloji’ yerine ‘toplumbilim’ kullanmak ve gerekirse ikisini aynı cümlede birarada kullanmak gibi seçenekler denenecek.

Kitabın Almanca aslının ilk basımı 1997 yılına aitmiş. Kitabı okumanızı öneririm, özellikle de henüz askere gitmemiş delikanlı arkadaşlarımıza…

(12 Ocak 2002)

MİLİTARİST DİSİPLİN : 2

9 sonuç tez:
1. Tez: Askeri itaat, devletin örgütlü şiddeti ile gönüllü ya da zoraki işbirliği yapmak demektir. Askerler; öldürmek ve yaşamlarını ortaya koymak suretiyle, devletin şiddet tekelini güvence altına alırken; devlet, gücü hayat ve ölüm hakkındaki egemenlik hakkını elinde bulundurma talebini yürürlüğe koyar. Ordu için bir asker, sadece görevini yerine getirme ölçütlerine göre, bir anlam ve önem taşır. Disipline etmek, birbiriyle değiştirilebilir ve kullanılabilir hale getirmek demektir; ‘insan malzemesi’nin olabildiğince ileri bir düzeyde işe yararlılık ve boyun eğiş sağlayacak şekilde işlenmesi demektir.

Yorum:
Tüm askeri stratejistlerin temel bir hatası vardır: Savaş asla evrensel ya da global bir kavram olmadı. Bunu Sun Tzu’dan başlatabiliriz. Sun Tzu, çöl savaşını asla bilemezdi, çünkü çöl görmemişti. Güneydoğu’da savaşan kurmay subayların ısrarla vurguladığı durum, temel savaş kitaplarının kendi yaşadıklarını ıskaladığıdır. Orada, çöl, dağ, orman, nehir o denli peşpeşe gelir ki hiçbir stratejist buna hazırlıklı bir yöntem yaratmayı akledememiş. Onlar da karma-melez stratejiler yaratmışlar, kuşkusuz dene-yanıl yöntemi ve epeyi fire ile...
Geçelim kitabın hatasına: Ordu, devlet değildir. Ordu devlet için değil, kendi için vardır. Bırakın genelkurmay başkanını, bir albay bile yönetim yetisi olarak, kendisini kesinkes cumhurbaşkanından üstün görür ki ne yazık ki (enazından bizim ülke için) geçerli olduğu durum da çoktur. 2.500 yıllık ordu tarihinin hatası ise, herşeyi emir-komuta kalıplarına sokmasıdır. 20. Yüzyıl’ın son çeyreğinde küçücük gerilla ve terörist grupları düzenli ordulara kök söktürdü. Neden? ‘Gönüllülük ilkesi’ sayesinde. Bir çok grupta komutan yoktu, emir yoktu, kararlar ortak alınırdı, yüzyüze iletişim vardı (ki bunun en yeni elektronik araçlarla hiçbir önemi kalmadı). En zayıf yanları ise, düzenli askeri eğitimlerinin zayıf oluşuydu. İyi bir savaşçı 10 yıldan aşağı sürede yetiştirilemez. Sporcu gibi de, ne yazık ki en geç 35’ine dek yararlıdır. (Bu da ister istemez çocuk savaşçı sorununu gündeme getirir ama o konuyu başka bir yazıya bırakayım.) O nedenle bu yaşın üzerindeki subaylar yalnızca emredebilir, savaşamaz ki fiilen geçerli olan durum da budur.
Ordunun insan malzemesini etkin olarak kullandığı ise, bir martavaldan başka birşey değildir. Sivilde bile karar mekanizması daha hızlı işler. Bürokrasi orduyu boğmuştur. Savaş anında gereken hızda iletişim asla sağlanamadığı için, karar mekanizması kilitlenir kalır. En önemlisi sorumluluktan kaçma arzusudur. Kimse hatayı üstlenmek ve bedelini ödemek istemediği için, herkes topu birbirine atar. Bu arada binlerce er mezarın yolunu tutar. Kısacası, askerler askeri disiplinden rütbesi arttıkça uzaklaşır.
(12 Ocak 2002)

MİLİTARİST DİSİPLİN : 3

9. Tez: Askeri eleştiri, ordu organizasyonunun etkisizliğine karşı çıkmakla yetinmediği veya şiddetin skandallaştırılmasından ve barış çağrıları yapmaktan öteye geçtiği yerde, askeri itaat üretiminin de eleştirisi olmuştur. Makine mecazı (vicdani retten ordu grevine kadar) savaş aygıtını durdurmayı ya da enazından frenlemeyi amaçlayan muhalif pratiğin modellerini de desteklemekteydi. İtaatkarlığın yıkılışını hala, dişlilerin arasına kum kaçması metaforuyla ya da enerji krizi örneğiyle (düşünün ki savaş çıktı ve kimse savaşa gitmiyor) algılayan bir ordu eleştirisi, nesnelliğini çoktan yitirmiştir. Ordu eleştirisi yapılacaksa, hiçbir zaman bir sonuç elde etmeksizin kıyamete kadar en yüksek verimde çalıştıracak bir bilgisayar virüsü, belki de daha çağdaş bir benzetme olurdu.

Yorum:

Askeri eleştiri öznellikten başlar. İnsan kendi canı için askerden kaçar. İlginçtir ama 20 yıllık bir asker kaçağı ve kendim gibi kaçakların arasında bedelli askerlik yapmış biri olarak, askere gitmeyenlerin canları için üzüldüğünü görmedim, çünkü ortalama bir insan ölümü düşünmekten korkar ve asker kaçaklarının çoğu normal insanlardır.
Başkalarını (özellikle çocukları) savaştan kurtarmak için kendi canını feda etmek, bana çok itici geliyor ama özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında çok örneği görülmüş.

Askeri eleştiri, ahlak, iktisat ve hukuk alanında seyrettiği zaman nesnel olacaktır. Darbecilerin yargılanabilmesi için, hukukumuza ‘zaman aşımsız insanlık suçu’ kavramı koymak gerekmektedir. İkilemsel  biçimde, bu zaman aşımı müktesap hakları tanımayacaktır, 12 Eylül yasalarının geriye doğru iptal edilmesi gibi…

İnsanları, itaat etmemeye yol aldıracak nesnel bir yöntem görmedim ve duymadım. Ev, okul, cami, işyeri ve kışla, itaatin sonsuz kere sonsuz kere yeniden üretildiği mekanlardır. Öyle ki beşikten mezara bir kumpas kurulmuş durumdadır. Askeri itaat, standart biyografilerin yalnızca bir yüzüdür.

Askeri eleştiri dolaylı değil, doğrudan yoldan yapılır. O nedenle mecaz kullanmak hatalı olacaktır. Ayrıca yazarın seçtiği mecaz, orduyu durdurmaz, bir kıyamet makinası durumuna getirir.
‘www.yolsuzluk.com’a bir bakın, ordu eleştirisi nasıl oluyormuş görürsünüz…

(22 Ocak 2002)

MİLİTARİST DİSİPLİN : 4

3. Tez: Askeri düzen özellikle istikrarsız, güvenilmezdir; askeri itaat üretimi ise, özellikle sert, katı, ödünsüzdür; çünkü her ikisi de bir ölüm-kalım savaşı koşulları altında işe yarar, iyi olduklarını kanıtlamak zorundadırlar.

Yorum:

Yazar, burada ipin ucunu kaçırıyor. Askeri düzen çok fazla istikrarlıdır, öyle ki yüzyıllar boyu değiştirilmeyebilir öyle de olmuştur. Askeri ilkeler, 2.500 yıldır aynı.
Askeri düzen güvenilirdir, çünkü emir-komuta zinciri astlar da başkaları kendileri yerine kara vereceği için güven yaratır.
Askeri itaat üretimi, ölüm-kalım durumunda hiçir işe yaramaz. O yüzden devredışı kalmalıdır.
Kışladan içeri girerken söylenen bir söz vardır: Beyninizi dışarıda bırakın. O nedenle, hiçbir askeri kural iyi olduğunu size kanıtlamak zorunda kalmaz. Kuzu kuzu ölüme gidersiniz.

Alıntı devam:

Orduları öteki disiplin kurumlarından ayıran özellik, kişiyi toplumsal işlevini gerçekleştirmeye zorlamaları değil, askerin toplumsal işlevinin öldürme ve ölmeye hazır olma koşularını içermesidir.

Yorum:

Büyük yanılgı: 3 tek tanrılı dinin cihadı, haçlı seferisi, vaad edlmiş toprağa geri dönüşü yeryüzündeki tüm ordulardan daha ölücü ve öldürücüdür. Orgeneraller bile engezitörler denli acımasız olamadı. Keza bazı hukukçular: Deniz’i idama mahkum edenler aslında onun kanını içmek istiyorlardı.
Bir yanılgı daha: ‘Asker = savaşçı’ demek değildir. Uzak Doğu Asya bedensel döğüş sporlarının hiçbiri militarist değildir. Oradaki savaşçılar herşeyden önce, kendi nefslerini eğitirler. Ölmeleri ve/ya öldürmeleri içsel bir ahlak sorunudur. Hiçbir asker düşmanına saygı duymazken, onlar erdemli düşmanlarını erdemsiz dostlarından üstün sayarlar.
Artı: Ölme ve öldürme sorunu, tarihten önce evrimde vardı. Kurtlar da kurtları öldürür, bu onları asker veya militarist yapmaz. İnsansal askerliğin hatalı yanı, tam da yazarın ıskaladığı gibi, resmi ölme ve öldürme emrini kendi tekeline almasıdır. Yanıldığı da, Hasan Sabbah’tan beridir ve 11 Eylül’den sonradır, öyle diyelim teröristlerin gönüllülük gücünü görmezden gelmesiyle ödenir.

(22 + 29 Ocak 2002)

MİLİTARİST DİSİPLİN : 5

6. Tez: Disiplinin tarihsel süreç içindeki dönüşümleri, savaş yönetiminin teknik düzeyleriyle uyuşum halindedir ve buna bağlı olarak askeri işbölümümün derecesini de etkiler.
Yorum:
Yine bir çok hata birarada.
Ok-balta-mızrak, tabanca-top-tüfek ve denizaltı-uçak-tank olarak savaş yönetiminin teknik düzeyleri vardır ama ana yönetimin düzeniyle bunların hiç ilintisi olmamıştır.
Örneklenirse: Türkiye Cumhuriyeti ordusunda, tüfek tutuşu başta Almanya, sonra ABD usülüyle yapılmıştır ve her ikisi de işlevsizdir, çünkü namludan tutulur. Oysa mantıklısı, kabza-tetik civarıdır. Görüntüsü nedeniyle bu yeğlenmez. Yağmurda da da namlu başaşağı tutulur ama kesinkes askeri disipline aykırı sayılır ve cezası vardır. Yani disiplin yönetmelikleri, onları uygulamayanlar tarafından yazılır.
Devamında: ABD ordusunun alan el kitapları, harf be harf çevrilip Türkiye ordusunda kullanılır. ABD ordusu günden 10, Türkiye ordusu günden 25 yıl geriden gelir o yüzden. O nedenle, ‘Askeri Strateji 2000’ ile ordu yönetmelikleri çatışır.
Disiplinin sivil bir olgu da olduğu daha önce vurgulanmıştı. İki yönüyle kurumsal olarak ve biyografik olarak. Türkiye daimi ordusunun üç beş katı sayıda Türkiyeli sivil, ordudakinden daha disiplinli yaşıyor, çünkü tersi durumda ölür. Az besin, az uyku, çok iş, hiç güvence, hiç sağlık. Emir burada içsel de değildir, doğadan sessizce gelir ve subaysal hay huytlardan daha çok etkilidir.
Bir de, Clausewitz’in olsun, Sun Tzu’nun olsun, güncel askeri uygulamalarla örtüştüğü pek söylenemez. Onlar; olmayanı görmüş, olması gerektiğini düşünmüş ve bunların uygulanabilirliğini düşünmeden yazmıştır. Zaten, Sun Tzu yorumlarına bakınca (Kastaş Yayınları), çırakların da ustalarına itiraz ettiği görülür.
Günümüze gelirsek, sivil disiplin kesinkes, askeri (militarist) disiplinden üstünleşmiştir ve ordusal olmayan askeri disiplin, ordusal olanı kezlerce yenmiştir. Eğer başusta bir sanal (bilgisayarsal, yazılımsal ve iletişimsel) disiplinci yetişirse, tek kişi bir milyarlık orduyu gömecektir. Daha da önemlisi, onun kim olduğunu kimse öğrenemeycektir.
11 Eylül’ü kim yaptı?

(11 Şubat 2002)

MİLİTARİST DİSİPLİN : 6

Çıkış:
Kitap konusunun hakkından gelemiyor. Çok basit bazı gerçekleri yazar gözden kaçırmış.
Ordular savaşmayı bilmezler, buna başta dünya jandarması ABD’nin ordusu dahildir. Vietnam Savaşı da bunun kanıtıdır.
Askerliğe karşı olmak, savaşa ve/ya şiddete karşı olmak anlamına gelmez.
Ordu bir bürokrasidir.
Ordu bir iktidar seçkinidir.
Kadınlar gönüllü askerlik yaparlar.
Onu bırakın, Türkiye’de özürlüler bir günlüğüne, yalnızca egoları doysun diye, simgesel olarak gönüllü askerlik yapıyorlar.
Askerden kaçanların toplam askerlik çağındaki erkeklere oranı, %o 1’in altındadır.
Silah ticareti, yeryüzünün en büyük cirolu ticaretidir. Ticaret de bir disiplindir ama militarist olması önkoşul değildir.
Disiplin, olumlu bir şeydir.
Disiplinin yumuşağı ve içseli işlevseldir.
Dağcı, kayakçı, mağaracı, yüzücü gibi sporcular, askerlerden daha disiplinlidir ve militer değildir. Burada, eskrim ve atıcılık gibi silahlı eylemlerin spor sayılmasına muhalefet şerhi konsun.
Özellikle, silahsız olarak yalnızca bedenle döğüş (yani Uzakdoğu Asya altkültürü), en sıkı disiplinlerden biridir ve gönüllü katlanılır.
Sivil disiplin de mevcuttur: 16 saat gönüllü mesai yapmak veya bir sporcunun günde 8 saat antrenmanı gibi… Bir de dublörlerin sanatsal disiplinin anımsatmak gerek.
Militarist disiplin, küçük burjuva ayırtsızlığından olumludur ya da daha az olumsuzdur, özellikle ergen kaypaklığından...
Askeri itaat, tüm bunların ardından başlar.
Kitle psikolojisi, askeri itaatin de, diğer toplumsal itaatlerin de nedenlerinden birisidir.
Savaş uzaktan hoş gelir, yakından değil... Geri dönenlerin hali ortada…
İnsanlar başkalarının ölümlerine aldırmazlar ama sıra kendilerine gelince zavallılaşırlar. Bir orgeneralin kafasına bir silah dayamanızı öneririm. Seyri hoş olur.
‘Askeri Strateji 2000’ militarist disiplini içermiyor. Ayrıca, gelecekteki küçük ve profesyonel ordularınkini de… 10.000 kilometreden pike yapmaktan, atom bombası imhasına kadar herşeyi maksimum 10 kişilik bir grup halleder. Bu disiplinin adı henüz konmadı ama bal gibi disiplin olduğu ortada…
Sonuç: Kitap sınıfta kaldı.

(22 Ocak 2002)

ATOM BOMBAMIZ HAYIRLI OLSUN        


İsrail Ulusal Savunma Bakanı, 28 Temmuz 2001 tarihinde, bir günlüğüne Türkiye’ye geldi ve aynı gün ülkesine geri gitti. Genelkurmay, bu konuda bir açıklama yapmadı. Ertesi günü İsrail’de bu ziyaretle ilgili yayın yapma yasağı kondu.
Üzerinde konuşulması yasaklanan nesne neydi? Kuşkusuz atom bombasıydı. İsrail, 1985’te ABD ve (eski) SSCB’nin yasağına karşın, atom bombası yapmayı becerdiğinde (ki bunu Fransa aracılığıyla yapmıştı), bunu açıklayan İsrailli bilimci 30 yıl hapse mahkum edildi ve 16 yıldır da orada…
Türkiye son on yıldır atom bombası yapmak peşinde. Bunun için, önce nükleer reaktör inşası yolunu denedi. Bir türlü beceremedi. ABD uyduluğundan bağımsız ulusal savunma sanayisi anafikrine kayan Genelkurmay, Türkiye’deki 18 ABD atom bombasının, hem denetimini elinde bulundurmadığı, hem de yeni Rusya onları savaş nedeni sayacağını açıkladığı için, yeni bir yol aradı ve onu İsrail’de buldu.
İsrail, Dünya’da hepi topu 10 ülkenin sahip olduğu bu olanağı, ne karşılığı Türkiye’ye verecek? Tahmin edin. Kuşkusuz su karşılığında. Türkiye önce suyu satmayı denedi. İsrail esnaf zihniyetli olduğu için, zararına olacaktıysa bile, pazarlık etti. Taraflar uzlaşamadı. Şimdi elde petrolden büyük bir koz var.
Türkiye’nin GAP’ı var, hani G-7 isteyip de kredi açmadığı için, 15 yıl gecikmeyle ve yalnızca iç finansmanla yapılan Güneydoğu Anadolu Projesi: Bölgenin en büyük su kaynağı kompleksi.
Özal, boyundan büyük laf edip Arap ülkelerine su sözü verdiği için, bugün su Türkiye ve Suriye-Irak arasında savaş nedeni olabilecek durumda.
Şimdi eller tersine dönüyor. Türkiye onlara sıfır su verse ne olur? Uluslararsı anlaşmalar açısından sakınca yok, çünkü ortada bir anlaşma yok. (G-8 baskı yapar ama Kıbrıs’ta 27 yıldır ne kadar ilerleme kaydedebildiler ki?) Peki, Türkiye su sistemini nasıl koruyacak? Tabii ki İsrail füzeleri sayesinde.
Bu siyasal sembiyöz (: ortak yaşam) işler mi? Neden olmasın? Türkiye, 500 yıldır Museviler’i koruyan ve yüzbinlercesini katliamdan kurtarmış bir ülke. Museviler’in minnet duygusu yoktur: Kültürel genetik. Ticaretleri vardır. Türkiye de onu alışverişe dönüştürmeyi öğrenmeye başladı. En önemlisi, Araplar’ın petrolü bitecek ama su giderek bizde artıp, onlarda bitecek.
Önümüzdeki onyıl bu yeni denklemin çözümlerinin ve çözümsüzlüklerini epeyini sergilemiş olacak.

(30 Temmuz 2001)

SALMAN RÜŞDİ DOSYASI

İran cumhurbaşkanı Hatemi, Salman Rüşdi dosyasının artık kapanmış sayılabileceğini Haziran 2001’de beyan buyurmuşlar.

Gelin bir bakalım, neyin üzerini örtbas ediyorlar?

İran mollası Humeyni, 14 Şubat 1989’da müslüman Salman Rüşdi hakkında ‘katli vaciptir’ fermanı verdi. Gerekçe, yazılan bir roman aracılığıyla, İslam dininin temel ilkelerinin çiğnendiği idi. Burada gözden kaçan şey, farklı mezheplerdekilerin diğerleri için verdiği ölüm fermanının İslam hukukuna uygunluğuydu. Örnekse, bugün bir Şafi için, bir Şii’nin verdiği ferman, belirli bir fıkıhçı kesim tarafından makbul bulunmuyor.

İlerleyen yıllarda, Japonya’da bir çevirmen bıçaklandı. Bazı yayınevleri bombalandı. Rüşdi İngiltere’ye tüydü mü demeli, iltica etti mi demeli, bilmiyorum.

Sonrası bir hoşlaştı, pir hoşlaştı.

Karısı, Rüşdi’yi terketti. Mazereti korku filan değildi, tam tersine Rüşdi’nin cıvıdığıydı.

Rüşdi hakikaten cıvıdı. İran’dan özür diledi. Sonra özrünü geri aldı. İngiltere hükümeti onu korumak için milyonlarca sterlin harcadı. Rüşdi ise, telif haklarıyla krallar gibin yaşadı.

Arada Humeyni hakkın rahmetine kavuştu. Naşını hayranları paraladı.
Asıl argüman, entellektüellerin Salman Rüşdi’yi destekleme kampanyası çerçevesinde oluştu. Konuyu kitabından izleyelim (Salman Rüşdi’ye Destek Mektupları, Düşün Yayınları):

Umberto Eco, ‘Rüşdi benim hakkımda bir kez olumsuz bir şeyler yazmıştı’ diyerek, ona destek vermeyi reddetmiş.

En güzel yanıt, hakkında ölüm fermanı olan ve sürgünde yaşayan İranlı kadın bir yazardan geliyor: Fahima Farsaie’den: Bizim başımıza gelen ne ve neden Salman Rüşdi daha önce bizim durumumuzla ilgilenmedi?

Tuhaftır, bizim Aziz Nesin ile Salman Rüşdi bu konuda kapıştılar. Rüşdi’nin itirazı, Nesin’in telif hakkını ödemeksizin romanın parçalarının basımını yapmasıydı. Aslında, tırstığını saklamak istiyordu.

‘Şeytan Ayetleri’, Türkiye’de basılmak istendiğinde tüm yayıncılar yan çizmişlerdi. Şimdi ne olacak? Alayı vala ile yeni bir çoksatar yaratacaklar. Korsan basımlar ortalığı kaplayacak. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da Türkiyeli yayıncılar küme düşecekler.

Şimdi tüm bunlar, Hatemi seçimi yeniden kazansın diye unutulacak mı? Bence, insanlar kendilerine yapılanı unutmaz. Şiiler, Sünniler’i ve/ya ateistleri insan sanmıyorlarsa, aynaya bir baksınlar ve utansınlar.

(11 Haziran 2001)

‘GOD BLESS USA’

Terör olayından beridir 8 gün geçti. ABD, Afganistan’a saldıracak. Sonra?

Sonrası belirsiz.

Tarihte ilk kez, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’yı birarada ilgilendiren bir durum çıktı.

Bu durum, bombalamadan önce yazılmış olan ‘Çin-Pakistan vs. Rusya-Hindistan’ yazımla çakışıyor. Şu an dünyanın merkezi Afganistan. Afganistan’da ‘Kafiristan’ diye bir yer var, gerçekten... Tuhaf değil mi? Bu Kafirler, İskender’in askeri olup 2.500 yıldır oralarda kalan ve çoğalan renkli gözlüler…

Rus generalleri, ABD’yi sürekli ikaz ediyorlar. Oralarda başarının sözkonusu olamıyacağına ilişkin…

100 yılda İngiltere, Rusya ve ABD’yi yenmek: Barbarlığın uygarlığı yenmesinden başka ne sayılabilir?

ABD ne yapacak? Söz dinleyecek mi? Hayır. Saldıracak. Tüm büyük devletler gibi, megalomanisinin onu mezarlığa götürmesine izin verecek. Dünün ‘topraklarında güneş batmayan dünya imparatorluğu’ İngiltere’ye bir bakın: Şu an ne halde…

Tarihe bakıldığında, bir barış tarihi değil, ne yazık ki bir savaş tarihi olduğu görülüyor. İlk savaş ve casusluk kitapları İskender, Aristo ve Lao Tzu’nun zamanında yazılmış. Bu gözden kaçıyor.

Küçük bir ayrıntı: Çakal Carlos, saldırıdan huzur duyduğunu açıklamış. Benim gibi… Yanki Unabomber ve Leyla Halid, bu konuda ne diyorlar acaba? Bir de o Güney Kore uçağını kaçırıp patlatan kadın?

Dikkat edin: Baader Meinhof’lular dışında, ’68 döneminin tüm önemli teröristleri hala sağ…

ABD’nin elinde ne var? Atom bombası atabilir deniyor. Çok zorlanır. Gerisi fasa fiso…

ABD’nin yumuşak yolu seçmesi gerekirdi ama imkansız. Cihad, Haçlı Seferi’ne karşı oldu ve adı kondu bile…

Tüm İslam dünyası kenetlenecek. Kafir ben kenetlendikten sonra… İslam rönesansı yine gecikecek… Aç, sefil, cahil ve aptal barbarlar tarihi kazanacak: Dekadans ve fermentasyon ile…

İsrail vatandaşı olmayan Museviler, İsrail’in kendilerini temsil etmediğini açıkladılar. Tataristan da ben Tatar’ı temsil etmiyor. Tarih böyle bir moda girmekte… Zaten, ülkesiz halklar ülkeli halklardan daha kalabalık değil mi?

ABD, tersine bir halk değil… Bir ulus hiç mi hiç olamadı. Zenci Müslümanlar, öldürülmeye karşı eli kolu bağlı mı bekleyecekler? Keza, YMCA karşısında tüm karakafalılar?

Japon kale orji…

‘God bless USA’…

(19 Eylül 2001)

ÇİN-PAKİSTAN vs. RUSYA-HİNDİSTAN : DEĞİŞİK BİR ‘DOĞU-BATI vs. KUZEY-GÜNEY’ EKSENLEMESİ DENEMESİ ÜZERİNE NOTLAR

Çin, Pakistan’a atom bombası yapımı bilgilerini iletti; böylelikle Pakistan ve Hindistan, dünyanın çok geç haberdar olduğu, atom bombası denemeleri yaptılar. Pakistan, Çin’in işgal ettiği Tibet sürgünlerinin (en başta Dalay Lama’nın) sürgün yeri olageldi.

Rusya, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler’de genelde Hindistan’ı kolladı. Bunda Hindistan’ın an iktidar partisinin sosyalist sayılmasının payı vardır herhalde…

Pakistan ve Hindistan, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere sömürgeliğinden kurtulup bağımsız birer devlet oldular. 1970’te savaştılar. Bu da (eski doğu Pakistan) Bangladeş’in kurulmasına yol açtı. Aralarındaki temel sorun İslam-Hindu dinleri ayrımı. Yoksa, Urduca ve Hinduca aynı diller ama ilki Arap Alfabesi’ni kullanıyor, ikincisi Sankstrit Alfabesi’ni…

Hindistan’ın temel sorunu / ikilemi, dünyanın en barışçı dinlerine sahip olmasına karşın, üç Gandi’sinin de iktidardayken suikastler sonucu öldürülmüş olması… Bir de 14 dilli / anayasalı / eyaletli olmanın bedelini / handikapını bir türlü ödeyememesi…

Çin, Hindistan ile 2. dünya Savaşı ertesinde barış anlaşması imzalamadı. Japonya da (Kiril Adaları sorunu nedeniyle) Rusya ile..

Yalnızca Asya kıtası ele alındığında bu dörtlü, değişik bir dört yön ölçütü oluşturuyor. Dünyanın en kalabalık iki ülkesi Çin ve Hindistan. Marksist en büyük iki devrimin iki ülkesi Çin ve Rusya.

Boş değer, Nepal ve Bhutan. Ana-karşıt-artı değer sav Japonya. Küsurat değerler, Hindi Çini bölgesi ülkeleri.

Ülkelerarası siyasetbilim için üzerinde çalışılabilecek gayet makul bir kavramsal çerçeve.
Gelecekbilim açısından, Çin’in şimdiden bir süper güç olduğu ortada. Dünyanın kentleşmeye en geç geçmiş, günümüze dek süren en eski, (kağıt, matbaa, barut gibi) ilkleri üretmiş bir kültür ama aynı zamanda biricik atest engizisyon da onlarda… Uzaycılık, militarizm açısında kesinlikle çok hızlılar ama informatik-kognitif çağa artı bilgi üretebilecek entellektüel kesimini katletmekle meşgul.

Belucistan, Sihistan ve Kaşmir, bu dörtlünün tepişme alanı olacak. (6 Eylül 2001)