18 Mart 2012 Pazar

Demokrasim Metinleri Bölüm 2

YANKİLER’İN MİLLİ KUŞU TÜRKİYE

‘Turkey is our national bird’ : Hindi (= Türkiye) bizim milli kuşumuzdur: ABD’li yazar Ernest Hemingway, 1. Dünya Savaşı zamanında geçen romanı ‘Silahlara Veda’da böyle bir cümle kullanır.

ABD, Türkiye’ye İç Savaş (1861-1865) artığı silahları Osmanlı’ya kakalamak için 1880’lerde girer ve bir daha çıkmaz…

Kurtuluş Savaşı sırasındaki ABD mandacılarını bilirsiniz, Halide Edip gibi...

1946’daki Missouri zırhlısını da bilirsiniz. Kurulacak yeni dünya düzeninde nerede yer alacağımızı bize baştan hatırlatır.

1950’de Kore’ye yollanırız paşa paşa… Yankiler’i korumak için bir mezarlık bırakırız geride, oraya neden gönderildiklerini bilmeyen Mehmetçik’lerden oluşan…

Eh, onlar da lütfen NATO’ya alırlar bizi… Birliğin nüfusa oranla en kalabalık ordusunu beslemek için...

Kimse sormadı: N’olurdu yani, SSCB bizi işgal etseydi? Letonya, Litvanya ve Estonya, şu an bizden daha mı kötü durumdalar ya da Azerbaycan? Şu anki durumumuzdan kötü ne olabilir?

ABD, 1950’de başa geçen Menderes’i destekledi. Her mahallede bir milyoner oluşması rüyası için, ‘eşeğe havuç’ misali paracıkları akıttı.

Menderes’i deviren 1960 darbesini de, sonraki 3 darbeyi de ABD destekledi. 1970’lerde Latin Amerika’yı kan ve gözyaşına boğan tüm askeri darbeleri CİA’nın finanse ettiği de yeni açıklandı.

1970’ten bu yana 300 milyar dolar silah,. 300 dolar dış ticaret açığı, 300 milyar dolar dış borç ödemesi olarak, Türkiye halkının cebinden çıkıp ABD kasalarına girdi. 500.000’er dolarlık McDonalds, Coca Cola, Marlboro ‘franchising’i türü ödemeler hesaba katılmıyor. Kanımızı kene gibi, tenya gibi emdiler.

Bugün ABD’nin Türkiye’de 50’yakın askeri üssü (ki Türkiye Genelkurmay Başkanı bile oralara giremiyor) ve 18 atom bombası var. Rusya bunları savaş nedeni sayacağını Türkiye’ye bildirdi. Bizimkiler de gitmişler gibi davranıyor.

Mezun olduğum lise ve üniversite dahil, Türkiye’de son 150 yıldır ABD eliyle kurulmuş onlarca eğitim kurumu var.

1946-1969 arasında, sürüsünü kurta teslim eden Çoban Sülü’cümüz de dahil olmak üzere, 500’den çok Türkiye vatandaşı üst düzey bürokrat ve teknokrat ABD’de eğitim görmüş. Son 50 yıldır tüm bakanlıklarda ABD’li danışmanlar var. En son 500 internet polisi de ABD’de eğitim gördü. MHP’li tetikçiler de öyle…

E tabii, Türkiye ABD’nin milli kuşu olacak: Şükran Günü’nde fırınlanmış olarak…

(19 Eylül 2001)

YANKİLER’E ÖĞÜTLER

Afganistan’a girmemeleri için, Yankiler’e eski Rus generalleri tarafından uyarıda bulunuldu. Dinlemeyecekler tabii ve görecekler kerrakeyi…
Biz de karınca kararınca, kronolojik sırayla tarihten öneriler / öğütler getirelim dedik:

Thukydides (M.Ö. 460-395): Yenik düşenler için asıl büyük tehlike, eski efendilerine saldırıp onu yenmeyi başaran halklardır.
Yorum: ABD, eskiden İngiltere sömürgesiydi. Ona saldırdı, ve onu yendi. Şu ana bakın: İngiltere, kendi anavatanında dörde bölünmüş ve ABD'’in ‘vassal’ı durumunda... Demek ki gerçek 2.500 yıldır belliymiş.
ABD’nin başına da aynı şey gelecek: En büyük aday Zenciler…

Lao Tzu (M.Ö. 5.-6. Yüzyıl): Zayıf, güçlüden daha üstündür.
Yorum: Bu Asya Metafiziği’dir. 2.500 yıl sonra bile zayıf, güçlünün israf ettiği gücünü emerek ve onu yorarak güçlüyü yenmekte…

Binyılcı Saint Cyprianus (3. Yüzyıl ortalarında Kartaca piskoposu): Ey zengin… Mallarının mahpusu ve kölesisin sen… Başka hiçbirşey değilsin.
Yorum: Binyılcılar bin yılda bir büyük faleketler olacağına inanan bir grupmuş. 3. Milenyum gerçekten büyük bir felaketle başladı. Kredi kartlarının, markalarının mahpusu Yankiler evlerinde vuruldular. Şimdi kanı kanla ödetmek peşindeler ama hedef olmadığı için masumlara saldıracaklar…

Simon de Bolivar (1773-1830): ABD, özgürlük adına bütün Amerika’yı sefalete gömmenin yollarını arıyor.
Yorum: Bunu kim demiş? Ekvator’u, Kolombiya’yı, Venezualla’yı ve Peru’yu bağımsızlığına kavuşturan adam demiş. Ne zaman demiş? 200 yıla yakın zaman önce, yani ABD daha henüz yeni bir devlet iken. Şimdi ABD nasıl? 300 milyona vardırmakta kararlı olduğu nüfusunun üçte biri sefalet içinde, dünyada da bir milyar kişi sefalet içinde. Yetinmiyor. Bir milyar kişiyi daha sefalete yollamak istiyor. Ne adına? Yine özgürlük adına…
Adolf Hitler (1889-1945): Bütün devrim dönemlerinde olaylar, yazılı sözler tarafından değil, söylenen sözler tarafından belirlenmiştir.
Yorum: Oğul Bush’u anımsayın: ‘Twin Towers’ın enkazı üzerinde, binlerce kişinin ‘USA’ ulumaları arasında yeni faşizm dönemini açtı. Başımız sağolsun…
Ağır ödeyeceksiniz Yankiler, bunu bilin…

(19-20 Eylül 2001)

EJDERHA KARTALI ÖPTÜ


‘Ejderha Öpücüğü’, Holywood’a ihraç Çinli oyuncu Jet Li’nin son filminin adıdır. Başroldeki adamımız, filmin sonunda, beyaz düşmanının ensesine bir iğne batırır ve onu felç eder. Ardından, düşman yavaş yavaş ve çok acı çekerek ölür… Kanlar içinde… Bu hamlenin adı ‘ejderha öpücüğü’dür.
Anlamadım. Çağrıştırıyor mu dediniz? Evet, ben de onu yazacaktım zaten…
11 Eylül 2001’de Pentagon’a ve ‘Twin Towers’e kamikaze uçaklar çarptı. Kuleler çöktü, Pentagon beşgeni ağır hasar gördü.
Düşmanını kalbinden vur: Pardon, çok mu melodram oldu?
Dünyanın en bi CİA’leri bu saldırıyla Çin arasında uzak yakın hiçbir ilişki bulamaz.
Ama her yol Roma’ya değil, Çin’e çıkıyor.
Nasıl mı?
2000 yılında  Çin, ABD’nin hemen hemen tüm askeri sırlarını çaldı ve ondan sonra alay etti: Hırsızlar, hırsızlıktan yakınıyorlar.
Bu denli karmaşık bir plan, ancak ve ancak tarihin en gelişkin savaş ve casusluk ideolojisi üreten kültürünün ürünü olabilir. Ha, sattılar, pas attılar, ortalıkta bıraktılar. Demokrasilerde, pardon pazar ekonomisinde çareler tükenmez...
Ejderha, Kartal’ı öyle bir öptü ki kartal 25 yıl felç olmuş durumda… Sonunda elbette ölecek ama buna 100 yıl daha var.
Tuhaftır ama sıradan insanlar arasında Türkiye’de yapılan kamuoyu araştırmalarında, en az % 10’luk bir kesim, bu işi ancak ve ancak Çin’in yapabileceğini düşünüyor. (Bakınız: ‘www.bianet.org’ arşivleri…)
Neden?
İsrail, buna cesaret edemez. Bir de göze batmıyor ama İsrail durumdan en çok zarar gören ülke durumunda (‘tuş olmuş’ denebilir). Artık Araplar’ın özgüveni yerine geldi ve ABD artık eskisi gibi açık kart İsrail’i koruyamaz.
Afganistan, Taliban ve/ya Usame bin Laden böylesi bir planı kuramaz. Askeri strateji uzmanı emekli generallerimizin hayretten çenesi düştü. Kezlerce seyrederken bile inanamadıklarını itiraf ettiler.
ABD, ne olursa olsun böyle birşeyi kendi halkına karşı yapamaz. Bence, düşünmeye bile cesaret edemez.
Çıkış:
Ejderhayı ancak hindi öpebilir. Yeryüzündeki insan yapımı ve uzaydan çıplak gözle görebilinen biricik yapıtı olan Çin Seddi, biz Türkler’in barbar saldırılarına karşı yapıldı.
Övünmek mi? Hayır. Tarih, çift burgulu ters takla atıyor… Biz de kamerayı ona göre döndürüyoruz. Başınız dönmesin, mideniz bulanmasın…

(21 Eylül 2001)

ASKERİ STRATEJİ 2000

ABD Savunma Bakanlığı 1980’de 2000’li yıllar için bu başlık altında yeni bir bir savaş biçimi geliştirmişti. Bunu 1991 Körfez Savaşı’nda aynen kullandılar ve orada işledi.
Şimdi yıl gerçekten 2000. 11 Eylül 2001’de yeni bir savaş biçimi icat oldu. 200.000 dolarlık masrafla 100.000 kişinin öldürülebileceği kanıtlandı. Bu, yeryüzünün en acımasız ve sinsi silahı mayından (onunki 1 dolarmış) sonra en ucuza adam öldürme yolu. Tek bir mayını temizlemek ise, 1.000 dolar masraf gerektiriyormuş. Bu yeni usül terör-savaş ise, adam başı 10.000.000 dolardan çok edeceğe benziyor.
Bu girizgahtan sonra, askeri strateji 2000’in ne olduğunu açımlayalım: Teknolojiye dayalı, en az asker kullanımı ve zayiatına dayalı bir sistem. Bunun nedeni, ABD’nin Vietnam’da yitirdiği 55.000 kişinin kamuoyunda yarattığı ve onyıllar (hatta bugün bile) süren infial…
Körfez Savaşı nasıl oldu? Bağdat sürekli füze ateşine tutuldu. Uçaklar binlerce sorti yaptı. Kara savaşına ancak bunlardan sonra geçildi. Ortalıkta savaşacak düşman askeri kalmadığı için zayiat da limit sıfır oldu tabii… Yalnız 1995 eski Yugoslavya savaşlarında ortaya çıktı ki buna karşı da strateji geliştirilebiliyor. Sırplar sahte tanklar ve füze rampaları imal ettiler. Asıllarını asla ortaya çıkarmadılar. Savaş bittikten 5 yıl sonra bile o silahlar sağlam olarak duruyor.
Şaşırtıcı ve takdir edilecek bir biçimde Türkiye genelkurmayı ABD’nin bu savlarına 1985’te karşısav geliştirdi ve bunu bir kitap olarak Genelkurmay Başkanlığı yayınları arasında bastı.
1984-1999 arasındaki, ‘düşük yoğunluklu’ denilen savaş gösterdi ki Türkiye ordusu daima insan ağırlıklı malzemeye dayanıyor. Bunda şehit olma isteği altkültürünün burada çok güçlü olması ve bir insan yaşamının Türkiye açısından her tür teknolojiden çok daha ucuz sayılması gerçeği yatıyor.
Yeni durum gösterdi ki, düşman askeri ortada olmayabilir, tanımlanamayabilir ve/ya içeriden çıkabilir. Bu durumda hedef yoktur. Bugün Afganistan, Taliban ve Usame bin Laden yalnızca ego masturbasyonu, megalomani ve ‘bak halkım, elbette birşeyler yapılıyor’ diye göstermek için hedef seçildi. Bunun çok büyük bir yıkım ve yüzyıl savaşı eğilimi getireceği kesin. Bir milyar Müslüman’ı yok etmeyi ABD hiçbir biçimde beceremez.
Savaş stratejisi 2025 şöyle olabilir: Düşman silahlarıyla düşmana saldırmak. ABD depolarından yılda 10 milyar dolarlık silah çalınıyor. Bir dahaki saldırı 5.000 değil, 1.000.000 veya daha çok kişi öldürebilir.

(25 Eylül 2001)

KİM NE DEDİ ? : 1

Radikal gazetesi 11 Eylül 2001 felaketinden sonra, tüm dünyadaki yazarların, sanatçıların, siyasetçilerin, diplomatların konuya ilişkin metinlerini çevrip yayınladı. 30 küsur günlük bir süre içinde 100 küsur metin yayınlandı. Bunlardan (5 + 4 =) 9 tanesinin en kritik parçaları seçilerek yorumlandı.

Oriana Fallaci (gazeteci yazar, Tarihle Söyleşiler, çeviren: Gökçin Taşkın, Can Yayınları, 493 sayfa, 1987): “Müslümanlar barbardır.”
Yorum: Anneannesinin Müslüman bir Türk olduğunu övünerek anlatmış biri bu. Golda Meir’den İndra Gandi’ye, Henry Kissinger’dan Muhammed Rıza Pehlevi’ye dek, 20. Yüzyıl’ın en önemli liderleriyle söyleşiler yapmış biri bu. Tam zihinsel ve kültürel regresyon ya da uygarlık dersinde sınanıp küme düşme vakası.

Graham   Fuller (CİA elemanı, Ortadoğu ve Türkiye uzmanı, 1990’dan beridir Türkiye’de yumuşak İslam iktidarını savunuyordu): “ABD dış politikasında artık yalnızca kendi çıkarlarını gözetmeyi bırakmalıdır.”
Yorum: E, şimdi mi aydınız beyefendi? Dünyayı ABD’nin satranç tahtası zannedenler sizler değil miydirniz? Tabii, ‘strateji’ denilen şeyden haberdar olduğunuz için, bundan sonra gerisinin nasıl geleceğini biliyorsunuz. Ancak, sivillerinizin ayması onyıllar alacak. Sanıyor musunuz ki İkiz Kuleler tek kalacak?

Orhan Pamuk: “11 Eylül günü Amerikalı’ydım.”
Yorum: Sen hep öyleydin cicim. Yeni mi bilincine vardın? Post-modern muğlaklıktaki agnostik metinlerin, insanları informatik-kognitif vakuma sürüklerken, sana ABD üstün hizmet madalyası verilmeliydi. CİA, senin gibilerinin reklam ve halkla ilişkiler yazarı yapılması için araştırmalar yapıyor. Bunu biliyor muydun? (Sana kıyak olsun diye gavur yazarlar arasında yer verdim.)
Karşı yanıt: 11 Eylül günü şeriatçıları alkışlayan bir kafirdim.

‘Le Monde’ başyazısı: Afganistan’a karşı başlatılan harekat Irak’a ya da Sırbistan’a yapılanlardan farklı olabilir. Ancak bu farklılık, savaş durumunda meclisi dışlamanın gerekçesi olarak değerlendirilemez.
Yorum: 212 yıldır meclisi olan ve çağdaş anlamıyla ilk devrimin yapıldığı bir ülkede bile, Türkiye ile aynı sorunun yaşanması ironik.

Salman Rüşdi: Manhattan’i yeğlerim.
Yorum: Köle ruhu, kendini nasıl da gösteriyor?

(11-12 Ekim 2001)

KİM NE DEDİ ? : 2

Noam Chomsky (dilbilimci + ABD vatandaşı ve muhalifi yazar): Eğer kuşkulu teröristlere yataklık etmek bombardıman gerektiren bir suç ise, o zaman  ABD de dahil, dünyanın hemen hemen tüm ülkeleri bombalanmalı.
Yorum: Bu adamı günahım kadar sevmem ama pes… Bu denli açıkseçik konuşmaya bravo… Enazından ABD’lilerin İngiltere’ye karşı IRA’yı destekledikleri çok açık ki bunu İngiliz casus romanları yazarı Frederick Forsyth da belirtmişti... ABD’li meslektaşı Tom Clancy ise, McCarthy rüzgarlarını bir kez daha estirmişti.

Robert Fisk: Bush ve Usame bin Laden’in söylemi aynı: Bizimlesiniz veya bize karşısınız. Bunun üzerinde durmaya ve sonunu ne olacağını sormaya değmez mi?
Yorum: ABD, tüm dünyayı onyıllar sürecek bir savaşın içine çekti. İlk 1 ayda insanlar henüz buna aymadılar. Kendi ülkelerinde de bombalar patlayıp, siviller ölmeye başlayınca, feryad-ı füganlar gelecek elbette… Göreceğiz.

John Keegan (gazetenin savunma editörü ve askeri tarihçi, Bluefield Daily Telegraph, 8 Ekim 2001): “Batılılar, yüzyüze şeref kurallarını da gözeterek savaşır. Doğulular’da ise düşmanı altetmenin en iyi yolları ihanet, hile, şaşıtma ve pusudur.
Bu savaş, üretken Batılılar ile, yıkıcı Doğulular arasındaki eski çatışmanın uzantısıdır. Onların aynı uygarlık düzeyinde olduğunu önesürmenin yararı yoktur.”
+
Jonthan Mirsky (gazeteci ve Çin konusunda uzman tarihçi, The Guardian, 10 Ekim 2001): “Batı’nın mertlik kurallarına napalm kullanımı, sivillere yönelik halı bombardımanı dahil mi? Hiroşima’ya atılan atom bombasına ne demeliyiz acaba?
Bir tarafta tuhaf mertlik kuralları, öte tarafta ihanet, hile, şaşırtma ve pusu varsa kendimize korkunç şeyler yapma iznini verebiliriz.”
Yorum: İki metin parçası alıntısı, sav-karşısav ikilisi olarak denkleme en uygun parametreleri tanımlıyorlar. Tabii, aslında buna ‘Batı-Doğu’ denli, ‘Kuzey-Güney’ de denebilir. Bunlar; Hristiyan-İslam, Avrupa-Asya, uygar-barbar, gelişkin-ilkel gibi eşlenik ikililerle de genişletilebilir. Yine bunlar, dünya nüfusunun (ancak) üçte biri olan iki milyar kişiyi doğrudan etkiliyor durumda…
ABD başkanı Bush olsun, İtalya başbakanı Berlusconi olsun, aynı doğrultuda düşünce belirtip, sonradan geri adım attılar. Entelejensiyanın böyle bir zorurluluğu yok, çünkü canlarıyla hiçbir şeyi ödemiyorlar. Bu, onların boş konuştuğunun kanıtıdır.

(12-14 Ekim 2001)

KİM NE DEDİ ? : 3

TBMM, yurtdışına asker gönderme kararı alma hakkını 10 Eylül 2001’de hükümete devretti. Köşe yazarları, bu konuda farklı tepkiler gösterdiler. Alıntılar ve yorumlar:
Can Dündar (Milliyet): ‘Asker gönderelim’ diyenler önden gitsinler. Çok meraklı olanlar önden buyursun Pamir Dağları’na.
Yorum: Evet, bence de öyle. Başta genelkurmay başkanı olmak üzere, MGK’nin asker üyeleri ve MİT mensupları en önde gitmeli. Şehitlik garanti de, cenneti pek bilemem…
Güngör Mengi (Sabah): Meclis’in aldığı karar Türkiye’ye yaraşır. Asker gönderme yetkisini hükümete veren Meclis doğru iş yapmıştır.
Yorum: Güngör abimin Nurollar’da hissesi var galiba…
Bir de anayasa der ki ‘Meclis’e verilen yasama hakları devredilemez ve bu teklif dahi edilemez’… SP, zaten Arnayasa Mahkemesi’ne başvuracak.
Mehmet Ali Birand (Posta): Türkiye’nin eli ABD’ye mahkum. Bu aşamada milli hesapları iyice dikkate alıp, Türkiye’nin milli çıkarları çerçevesinde Amerika’nın yanında yer alması gerekir.
Yorum: 1955’te Boğaz’a atom bombası atıp, eski SSCB gemilerinin geçişini imkansızlaştırmak isteyen ve 1992’de PKK elemanlarına geceleri helikopterle erzak atan bir ülke ABD. Türkiye’nin milli çıkarları ABD’ye atom bombası atmayı gerektiriyor.
Ertuğrul Özkök (Hürriyet): Dürüstsek, oraya asker göndereceğiz. Türkiye orada olacak. Nasıl Bosna’da olduysak, Kosova’da olduysak, aynı misyon ve duyguyla orada olacak.
Yorum: ABD, Türkiye’ye karşı ne zaman ve nerede dürüst olmuş? Adamların kesip doğramaktan, yakıp yıkmaktan gayrı bildiği hiçbirşey yok.
Türkiye’nin Balkanlar’da olması da yanlıştı. Oralar NATO bölgesi değil. Birleşmiş Milletler bile, yeni Yugoslavya’nın hükümranlık haklarının çiğnendiğini belirtti. Dürüstlük, Miloseviç’i verdikleri gibi, Evren’i verebilmektir.
Emin Pazarcı (Akşam): Kore gibi olmasın. Kimsenin askerimize ikinci bir Kore daha yaşatma hakkı yok.
Yorum: İşte bu. Erlerin canı en az orgenerallerinki denli değerlidir. Burada yurdu savunma gibi bir dava yok. Asker kaçaklığı anayasal haktır.

(12 Ekim 2001)

KİM NE DEDİ ? : 4

Baskın Oran (Agos): İzin, Kuzey Irak için alındı. Askerin mantığı şu: Saddam düşürülecek. Kuzeyde Kürt devleti kurulur. Buna engel olmak için Kuzey Irak’a girmeliyiz.
Yorum: Çok şükür olaya gerçekten mantıklı, gerçekten stratejist olarak bakabilen, Türkiye vatandaşı biri çıktı sonunda. Yazar tümüyle haklı. Bir tek noktada saptama hatası var: ABD, asla Türkiye’nin Irak’a girip kalmasını istemedi. Kıbrıs’taki durumumuz ortada: Haklı girdik, haksız kaldık ve bu nedenle ABD bize silah ambargosu uyguladı, şimdi de bizi oradan çıkarmak imkansız oldu. ABD, ambargoyu Kuzey Irak senaryosunda da uygular ama Türkiye yeni silah pazarları buldu bile. 10 yıl içinde de kendi üretimine geçecek zaten…
Mehmet Ali Kışlalı (Radikal): Afganistan’a asker gönderilmesinin iki yönden isabetli olacağını düşünüyorum: 1. Türkiye angaje olduğu terörle mücadele doktrinine de uygun hareket etmiş olacak. 2. TSK oradaki uygulamalardan eğitim bakımından yararlanacaktır.
Yorum: Kraldan çok kralcı, askerden çok askerci adamımız. Olayın hobi düzeyinde ele alınamayacağını 15 yıldır kavrayamadı.
1. Türkiye, resmen veya gayrı resmen Çeçenistan’da ve Abhazya’da askerce mevcut. Azerbaycan’da darbe yapmaya kalktı. Dostum’u yanlış olarak destekledi. O nedenle teröre herkes gibi kendi topraklarında karşı yalnızca… 2. Kıbrıs ve PKK’nin bizimkilere savaşmayı öğretmediği kesin. Kendi gemisini bombalamak ve sabit askeri gücünün resmen beşte birini şehit ve yedi mislini gazi etmek başarı olamaz. Artı başkalarının toprağında savaşmak öğrenilmez, bunu ABD Vietnam’da çok acı öğrendi.
Halil Ürün (Akit): ABD’ye kapıkulu olmayalım.
Yorum: Doğru da, ABD vatandaşı Merve Kavakçı ve İhlas Holding eski başkanı ne olmuş oluyor bu durumda? Erbakan bile icazet almak gerektiğinde oraya gidip geliyor.
Rahim Er (Türkiye): Afganistan sonu karanlık bir bataklıktır.
Yorum: Merak ediyorum, tüm bu insanlar bugüne dek Kore hakkında olumsuz tek bir satır yazdılar mı?
Çıkış: Yabancı olsun, yerli olsun tüm yazarlarda gözlenen genel durum apışıp kalmışlıklarıdır. Olanı biteni kimsenin havsalası almıyor. Bunlar, yazar taifesinin önde gelen % 5-10’u oldukları için de, ortalama bir insanın durumu kavramasını hiç mi hiç bekleyemeyiz.
Durum çok çok vahim…

(12 Ekim 2001)

TÜRKİYE’DE DEMOKRASİYİ KİM İSTER?

TÜSİAD istemez. İsteyemez. Demokrasi olursa, tüketici hakları olur. Çürük malları satamazlar. Ta, otoyolları mezarlığa çeviren 1970’lerdeki Murat 124 fecaatından beridirki tüm kalitesiz mal hatalarının bedelini madden ve manen ödemek zorunda olurlar ki buna yanaşmazlar. Cuntacılık yapamazlar. Eli kanlı tetikçileri besleyemezler. Yayınladıkları bildiriyi mi sordunuz? O zevahiri kurtarmak için… Misler gibi silah üretimine de geçtiler. TÜSİAD – ordu elele, demokrasiye güle güle…
Ordu istemez. O zaman nasıl darbe yapabilirler ki? O zaman, 150 milyar dolarlık yıllık gayrisafi milli hasıla ile, nasıl 150 milyar dolarlık silah satın alabilirler ki? O zaman nasıl yargılanmaktan kaçabilirler ki? O zaman nasıl katliam emri verebilirler ki? O zaman nasıl meclis izni almadan savaşa asker gönderebilirler ki? O zaman nasıl işkence yapabilirler ki?
Meclis istemez. O zaman mecliste nasıl çiğ köfte partisi yapabilirler ki? O zaman nasıl parayla parti değiştirebilirler ki? O zaman nasıl iş takibi yapabilirler ki? O zaman nasıl kıyak emeklilik sahibi olabilirler ki? O zaman nasıl yolsuzluk yapabilirler ki?
Medya istemez. O zaman tirajları sıfıra düşer. Arkopal tabak kakalayamazlar. Köy alıp satar gibi, tüm yazarlarıyla birlikte gazete alıp satamazlar. Kara para aklayamazlar. Tekelleşemezler. Yanlış ve kasıtlı haber veremezler. ‘Reality show’ yapıp insanları ölüme sürükleyemezler. Reklam almak için şantaja başvuramazlar.
Kitle istemez. O zaman, 5 yılda bir narin bir bilek hareketinden ibarete indirgedikleri siyasal eylemlerini tüm yaşamlarına yaymaları gerekir. O zaman günde 5 saat televizyon seyretmemeleri gerekir. O zaman kredi kartı kullanmamaları gerekir. O zaman yalanlara değil, doğrulara inanmaları gerekir. Evkadınları istemez. O zaman kocalarının istedikleri partiye oy vermek yerine, seçmeyi bir düşünce eylemi durumuna yükseltgemeleri gerekir. Onlar, koca parasıyla vitrinde çanta bakmayı yeğlerler.
Entellektüeller istemez. O zaman gerizekalı ve karacahil oldukları ortaya çıkar. Satılmışlıklarının tüm kayıtları ortaya dökülür. Yazarların okumadıkları, yönetmenlerin film seyretmedikleri görülür. Kitle onlara inanmaz. Koyun gibi peşlerinden gelmez.
ABD istemez. O zaman, üslerin, atom bombalarının, casuslarının, bakanlıklardaki danışmanlarının bu ülkeden gitmesi gerekebilir.  100 tane dünya devi ÇUŞ’un acentasının, Marlboro’nun, Mc Donalds’ın, Levis’ın, Coca Cola’nın Türkiye’deki ciroları sıfırlanabilir. Çürük silah satamazlar. Çekiç güç konuşlayamazlar.
AB istemez. Yılda 30 milyar dolar kazıklayacak başka bir pazar bulamazlar. ETA’larını, İRA’larını boğarken, PKK’yı finanse etmelerini o zaman açıklayamazlar.
Eski SSCB istemez(di). O zaman devrimi yayma ayağına, emperyalistliklerini yayabilecekleri bir zemin kalmaz(dı).
İslam ülkeleri istemez. O zaman kendi teokratik yönetimleri çökerdi. Atatürk, nasıl onların kurulmasının ateşleyici gücüyse, Türkiye onlardaki gelecekteki demokrasinin tetikleyicisi olurdu. Bundan ölesiye korkuyorlar. O nedenle İran, başımıza Hizbullah’ı sardı. O nedenle Irak, PKK’yi besledi. O nedenle Suriye, Hatay’ı kendinin sayıyor.
Sorması ayıp, demokrasi isteyen bir özel veya tüzel kişiye rasladınız mı?
Sezer mi dediniz? Hah hah hah…

(23 Mayıs 2001)

2001’DE TÜRKİYE’YE SOSYAL DEMOKRAT BİR PARTİ GEREKLİ Mİ?

2001’de Türkiye’de toplumsal muhalefet sıfırlanmış durumda. Bunun genelde iki yolu vardır: Tümdengelimsel-örgütsel ve tümevarımsal-öznel.
İlkinde, başaşağı bir kaç ikilem sözkonusu: CİA’nın böyle bir partiyi finanse etmekte olduğuna ilişkin söylentiler var. Geçmişte Türkiyeli marksistleri ve Almanyalı Frankfurt Okulu’cuları (Adorno’nun ‘Der Monad’ını) finanse ettiklerini biliyoruz. Düşmanını beslemekle, kendi varlığını doğrulamak ve korumak için düşman yaratmak, birbirine yakın durumlar / süreçler. Düşman zararsızsa ve uyruklaştırılmışsa, biçimsel ve görünen (olan değil) bir muhalefet, kitleyi deşarj etmekte yararlıdır kuşkusuz... Tekelci medyatör Aydın Doğan’ın yazarları Tarhan Erdem’in ve Altan Öymen’in, CHP’de Baykal ayakçısı eski yönetim olduğunu unutabilir miyiz?
İkincisi, tam tersi bir konum da var: Almanlar, buna ‘politik aktif’ diyor. ‘Parlamento dışı siyaset’ olarak tanımlanabilir. Draman’da veya Sultanbeyli’de Ramazan ayında açıkta rakıyla oruç yemek olmasa bile, MHP’lilerin uyuşturucu kaçırdığını sürekli yüzlerine vurmak olarak eylenebilir, bir polise kendilerinin işlediği suçun kriminallerden çok olduğunu söylemek olabilir.
Şimdi başyukarı süreç:
Ne DSP, ne de CHP (SODEP ve SHP aşamaları dahil olmak üzere) sosyal demokrat birer parti olamadılar. HP’nin eylülist terekesini temizlemek zor oldu. Oğul İnönü’nün hanedanlığı, ikircikli durumlar yarattı. Ecevit, kimsenin hesaplayamadığı bir biçimde ortalığı kasıp kavurdu. Baykal, hem Ecevit’i, hem de İnönü’yü yemek için, deşifre olmayı bile göze aldı ki demek ki emir büyük yerdendi. Bence HADEP desteği düşüncesi, SHP için gaf bile olmayacak bir ayakçılıktı. Milliyetçilik bile, etnicilikten yeğdir.
Benim babam hep Ecevit’e oy verdi. İlkokul mezunu olan annemse, Baykal’a oy verdiğini, çünkü onun yakışıklı olduğunu söylemişti. Kocasından farklı bir partiye oy verebilmek, bence yeterli bir ayrallıktı. Benim favorim ise, hep Gürkan oldu. İnönü, Baykal’ın kendisine yaptığı ayak oyunlarının birini yapıp, onu meclis dışı bırakıverince, bayağı hayal kırıklığına uğramıştım. Daha büyük hayal kırıklığını, o bir balerinle evlenince yaşadım. Şimdilerde onu, kocamış kurt misali, Beyoğlu’nda hanımıyla gördükçe içim acıyor. Sanırım biz Türkler, bu konuda çok özneliz, üniversite mezunu olan ben bile...
Ne kaldı geriye? Elde var ‘sath-ı müdafaa’… İstanbul’u faşistlere ve engizitörlere bırakmamak bir gün alır, Cengiz Han usülü… Bir daha bu topraklarda birkaç yüzyıl gül bitmez.
Barış mı dediniz? Evet ve sosyal demokrasi de… Ama nasıl, ama kim, ama kaça, ama neden? ‘Yeni Oluşum’cular bu işi nasıl kıvıracak? Eski kadro, yeni ne yapabilecek? Ayrıca, Sözen’in bir sosyal demokrat olduğu nerede kanıtlanmış? Sivas feodal cematinin neresi kentli? Köylü sosyal demokrasi olamaz ki… Aleviler’den sosyal demokrat nasıl çıkar? Rahmetli Aziz Nesin, Sivas katliamından sağ kurtulduktan sonra, Aleviler’e kendilerinin de şeriatçı olduğunu söylemişti. Şeriatçı sosyal demokrat nasıl olacak? Soysal gibi, anayasa yazmış cuntacı biri, nasıl sosyal demokrasi uygulayabilir?
Yeni, hangi yeni? Kim yeni? Kim farklı? Kim sosyal demokrat? Kürtler mi, Çerkesler mi, evkadınları mı, öğrenciler mi, emekliler mi, Alamancılar mı? Örneğin, ben bir sosyal demokrat değilim. Köksüzler bağlanmazlar ve sosyal demokrasi siyasal bir bağlanmadır. Sosyal demokratlar gerçek farklı ve yeniye nasıl tahammül edecekler? Kendilerini içermeyen yarına nasıl hoşgörü gösterip yoldan çekilecekler? Bir editör arkadaşım, Marksistler’in 2000’den sonra ütopya erozyonuna uğradıklarını, o nedenle yeni düşünceleri dinlemeye başladıklarını anlatmıştı. Ben de ona, artık hiç bir şey yapamayacak olanların, dinleseler bile, kimseye hayrının dokunmayacağını belirtmiştim.
80 ilde, 1.000 ilçede 20.000 yeni ve farklı insan (asıl önemlisi bunun en az yarısı kadar kadın) nasıl bulunacak?
Soru hala aynı: Bugün ve burada sosyal demokrat bir parti gerekli mi? Ya da, yarını kim kurtaracak? Siz mi?

(16 Mayıs 2001)

İNÖNÜ NE ve NASIL YAPMALI?

Olağan koşullarda 2004’te yapılacak genel seçimlerde, Erdal İnönü’nün Eylül 2001’de kuracağı sosyal demokrat partinin meclise girmesi için ne ve nasıl yapılmalı?

Partilerarası bazı hesaplarla oy barajı % 5’e düşürülebilir. O seçeneği şimdilik gözardı edip bir hesap yapalım. 1999 seçimlerinde 40 milyon seçmen vardı. 2004’te bu 45 milyon olacak, yani 5 milyon yeni seçmen oluşacak. ‘DSP + CHP’ oy oranı ise, 1999’da % 25’in üzerindeydi.

İlk soru: ÖDP ve HADEP’in oyları istenecek mi? Sırasıyla, 1999’da % 0,5 ve % 3,5 idi. Bunun için hangi sloganlar kullanılacak? 1991 seçimleri ertesindeki istifalar türü olayların önü nasıl alınacak? 1977 civarında CHP içindeki uç sol odaklanmaların sakıncaları nasıl önlenecek?

İkinci soru: DSP ve CHP’den kimlerin oyları istenecek? Aleviler’inkiler mi? Kürtler’inkiler mi? Atatürk’çülerinki mi? Ona Mümtaz Soysal talip olacağa benzer. Rekabete girilecek mi?

Üçüncü soru: 18-22 arasındaki gençliğin ne kadarının oyuna talip olunacak? Yani hedef kitle nitel olarak ne? Üniversite öğrencileri ve mezunları mı? Lümpen proleterya mı? Çalışan orta kesim mi?

Dördüncü soru: Zenginlerden ne kadar oy istenecek? 2001’de yıllık 5.000 dolar üzerinde gelir sahibi kentli sayısı, 2-2,5 milyon arasındaydı. Bunların ne kadarının ve hangilerinin oylarına talip olunacak ve nasıl? ‘Sosyal demokratlar da zenginleri sever’ sloganı mı kullanılacak? ‘Yoksa açları doyuralım abiler’ gibi bir cingıl mı kullanılacak?

Beşinci soru: İşçinin, memurun, çiftçinin oylarına nasıl talip olunacak? Enflasyon üzeri zamlarla mı? Gelir dağılımı bozukluğunu düzeltmek için hangi denklem önerilecek?

Altıncı soru: 2004 seçimlerinde kararsızlar en büyük dilim olacağa benziyor. İnsanları sandık başına gitmeye, boş ve geçersiz oy atmamaya nasıl ikna edeceksiniz?

Yedinci soru: FP’nin kapatılması ve ikiye bölünme ertesi partiye küsebilecek Müslümanlar’ın oylarına talip olunacak mı? Onlara ne vaad edilecek? Tesettür özgürlüğü mü?

Sekizinci soru: 1995-1999 arasında yeni seçmen olan ve % 50’nin üzerinde bir oranda MHP’ye oy verenlerin oylarına talip olunacak mı?
İnönü, 2004’te 4,5 milyon oy almalı ama nasıl? Hadi, taşrada DSP ve CHP’den 1 milyon hazır oy alınır. Peki, ya gerisi?
5 milyon işsize, 1 milyon işkence görmüşe, 7 milyon özürlüye, 6 milyon kafa kağıtsıza, 7 milyon evkadınına, 2 milyon yurtiçi sürgüne, 3 milyon Alamancı’ya, 1 milyon seks işçisine ne vaad edilecek? O vaadler nasıl yerine getirilecek?

En son ve dokuzuncu soru: Gelecekteki sosyal demokrasi ne ve nasıl olacak?

(27 Temmuz 2001)

SOSYAL DEMOKRASİ NEDİR?

Sosyal demokrasi, eğer demokratik sol anlamında alınacaksa, merkez sol kanatta kalan bir ideolojidir. Gelir dağılımı eşitliğine, azınlıkların haklarını bir dereceye kadar (devleti federasyon yapısına taşımadan) savunan, insan haklarını öne alan, hukuk devletini savunan, anti-militarist, anti-faşist ve anti-komünist, ırkçılık karşıtı ve anti-nasyonalist, anti-kapitalist (ya da liberal (ve aynı zamanda muhafazakar) olmayan) bir düşüngüdür, denilebilir. Sosyal demokratlar, komünist bir partiye izin verir misiniz, sorusunu nasıl yanıtlarlar tam olarak bilemiyorum ama bizdekilerin belli bir yüzdesinin (Rusya umacısının 75 yıllık gölgesi nedeniyle)  reddeceğine eminim. Sosyal demokratlar, bizde yanlış olarak aynı zamanda Atatürkçü / Kemalist (hatta aydın cuntacısı) olunabileceğini sanıyorlar ama o denli devletçi, merkeziyetçi ve kadrocu bir düşüngünün bugünkü özgürlük anlayışıyla bağdaşabileceği kuşkulu… Laikliğin sosyal demokrasiyle bağdaşıp bağdaşamayacağını Batı Avrupa bile 200 yıldır yanıtlayamamış durumda. Sizce, ‘hristiyan demokrat’ bir parti olabilir mi (ama Almanya’da var)? Ya da uç sağ konumda kalan avusturyalı Haider ve fransız Le Pen, yalnızca seçim bölgesi oyunlarıyla meclis dışına atılırsa, bu demokrasiyle bağdaşır mı? Yanıt, onlardan da açıkseçik olarak gelmiyor. Unutmayın ki Hitler seçimle başa gelmişti. Avrupa’nın artık şeriattan korkusu kalmadı, ancak milliyetçilikten ve ırkçılıktan çok çekiniyorlar.
Türkiye için geçmişten günümüze doğru gelelim:
1970 CHP’si sosyal demokrat mıydı? Yanıt, ‘tam evettir’ pek denemez. ‘Ortanın solu’ kavramı, 1960’lar boyunca, kentleşme ve sanayileşme süreci boyunca, iktidardakileri sollayan kitleyi ikna etmek ve frenlemek için, uydurulmuş denmesin de, yaratılmış bir kavramdı.
1980’in hemen öncesinde CHP sola kaymış mıydı? Yine hayır. Ancak tersine, bazı uç sol odaklar CHP’nin içinde konuşlanmıştı. CHP’ye asıl oy veren kesim ise, orta sağ konumdaydı.
1986 ve/ya 1991 SHP’si sosyal demokrat mıydı? 1980 darbesini atlatanlar, özellikle insan haklarının ne denli önemli olduğunu, bizzat ve çok olumsuz olarak yaşayarak kavradığı için, o momentte kesinllikle gerçek soldaydılar (sonradan gevşediler ne yazık ki). Sorun, düşünce olarak öyleydilerdi de, uygulamada ne yapılacağını üretmeyi içlerinden pek kimse beceremedi ki sosyal demokrasi konusundaki düşüncelerin yetersizliği bunu göstergesidir. Tersine de, sosyalist solun önemli bir bölümü SHP’yi özellikle 1986’da destekliyordu.
2000 CHP’si sosyal demokrat mıdır? Kesinlikle hayır. Baykal, bir ideolog değildir, olsaydı da, merkez sağda tanımlanabilirdi ancak… O, olsa olsa, cüzdanları sağda vicdanları solda olanların parti başkanı olabilir.
2000 DSP’si, sosyal demokrat mıdır ya da demokratik sol mudur? Hayır ve hayır. DSP-MHP tek parti eder aslında ama yalnızca geçmişin acıları bunu engelliyor.
2001’de 4 sosyal demokrasi odağı olabir mi? Kesinkes hayır. Siyasal spekturumun o aralığı bu denli geniş değil. ‘Aslında yok birbirimizden farkımız’ durumundalar. Bu şuradan belli: Ekibin çoğu, hem en az iki odakta yer almış durumda, hem de 35 yılı aşkın süredir siyasetin içinde, yani çok eskidiler, bize yeni bir sosyal demokrasi gerek.
İnönü ve Soysal, sosyal demokrat mıdır? Ne yazık ki hayır. Bir: Sosyal demokrasinin ne olduğunu (daha doğrusu ne olmadığını, örnekse SHP, HADEP’i Meclis’e sokmamalıydı, enazından o kadroyu) hiç tartışmadılar. İki: Kitleden / halktan aşırı uzaklar. Üç: Çok eskidiler, yeni kuşak hiç olmazsa 1970 doğumluları ister. Dört: Militarizme hiç itiraz etmiyorlar. Beş: Türkiye’nin iç ve dış sorunlarını yanlış tanımlıyorlar (Soysal’ın ‘Kıbrıs’ konusunda yaptığı üzere), bu iş danışman raporlarıyla yürümez. Liste uzar gider.
Görüldüğü üzere sosyal demokrasi, varlığıyla değil de, daha çok yokluğuyla, daha doğrusu eksikliğiyle tanımlı. 1982 Anayasası’na ‘hayır’ demek dışında, 21 yıl boyunca geçerli oy kullanmamış, 1960 doğumlu biri olarak, Demirel simgesinde gömülen siyasal eylemsizliğimin ertesinde, ister meclis içi ister meclis dışı olsun, ister iktidar ister muhalefet olsun, ister eskilerle ister yenilerle kurulsun, ister ona oy vereyim ister vermeyeyim, somut bir sosyal demokrat siyasal varlığa gereksinimim var. Eğer, benim gibi yüz bin kişi çıkarsa bu iş olur, yoksa 25 yıl daha bekleriz. Demek ki kararı kararsızlar verecek.
(8 Ağustos 2001)

SDP ve AYRALLAR

Ayrallar, genelde çan eğrisi biçimli demografik dağılımlar gösteren normal nüfuslarda, iki uçta %oo 75’erden % 1,5’luk bir nüfus dilimini kapsarlar. Bu nitelik; ‘IQ’ olabilir, gelir dağılımı olabilir. Ayralın İngilizce’si ‘deviant’tır. Etimolojik olarak kullanılabilecek ‘sapkın’ sözcüğü, ‘sapık’ sözcüğüne çağrışım yaptığı için, toplumbilimcilerce pek yeğlenmedi.

Ayrallar, dengeli ve düzenli toplumlarda bu dağılımı gösterir. Ancak, bizimki gibi kaotik toplumlarda, anormallerin sayısı bazan normallerinkini geçebilir. Türkiye 2001’de; 15 milyon yetersiz beslenen (ya da kısacası aç), 10 milyon okumazyazmaz, 7 milyon nüfus kağıtsız, 7 milyon Türk değil, 7 milyon Sünni değil, 7 milyon sabıkalı, 7 milyon işsiz, 6 milyon silah sahibi, 6 milyon özürlü, 4 milyon çırak, 4 milyon kronik oy vermez, 3 milyon alkolik, 3 milyon emek gücü sürgünü, 2 milyon devletçe fişlenmiş, 2 milyon iç sürgün, 2 milyon yaşlı (+70 yaş), 1 milyon dışarıdan içeriye emek gücü sürgünü, 1 milyon işportacı, 1 milyon sürekli uyuşturucu kullanıcısı, 1 milyon deli, 1 milyon sağlık bakımsız, 800.000 işkence görmüş, 500.000 siyasal suçlardan yargılanmış, 500.000 seks işçisi, 500.000 evsiz, 500.000 depremzede, 500.000 eşcinsel, 250.000 asker kaçağı, 200.000 Müslüman değil, 150.000 mahpus, 35.000 dışarıda siyasal sürgün, 15.000 kayıp, 10.000 medyatör, 500 TÜSİAD (ve TİSK, TOBB, İTO, İSO vb) mensubu var. (Bu nitelikler, aynı kişi tarafından birden çok olarak taşınabildiği için toplam çok daha az olacaktır.) Bunlara, son 10 yılda suç işlemiş 50.000 polis, 30.000 korucu, 20.000 faili meçhul maktulü, (son 30 yıldaki olmayabilecek) 300.000 trafik maktulü, 40.000 terör maktulü, 650.000 kişilik 2 yıllık askerlik mazlumları, 1 milyon kişilik evkadınlığı mahpusları dahil değildir. Keza, batan 10 bankayı batıranlar, kayıt dışı ekonomideki 1 milyon esnaf ve zanaatkar, yargılanmayan 10.000 işkenceci, 4 darbeci yüzlerce general de… Daha da acısı, 10.000 kişinin faili meçhulcüsü olduğunu saklamayanın da dahil olduğu, 20 küsur katil zanlısının bulunduğu 550 kişilik Meclis de…

Bir sosyal demokrat parti, bunlar için ne yapabilir? Ne yapmak isteyebilir? Ne yapması gerekir? Ne yapmaması gerekir? Bu foseptik çukurunu ne kurutabilir? Atom bombası mı?

Bir sosyal demokrat parti ülkeyi bölebilir mi? Şiddet kullanabilir mi? Katliam yapabilir mi? Hakkı mıdır, nefsi müdafaa olarak?

Bunlar için nasıl bir kuram üretilebilir? Üretilebilir mi?

Kiminle işbirliği yapılabilir? Kiminle işbölümü yapılabilir?

Sosyal demokrat parti bunları yok mu saymalı? Yok mu sayacak? Yok mu saydı bile?

İnönü’nün işi çook zor…

Dipnot: Bu metin yazıldığında, İnönü yeni sosyal demokrat hareketten ayrılmamış, SDP adını başkaları gaspetmemiş ve Soysal, parti kurmaktan vageçmemişti. Hepsi bir haftaya sığdı. O nedenle, son cümle ‘(ne zamanı belirsizleşmiş) kurulacak yeni partinin başkanının işi çook zor’ olarak okunabilir.

(21 Kasım 2001)

ANTİ-SDP 2001

Bu metin, ilk CHP’nin (CHF’nın) eski 6 oku yerine, yeni kurulacak sosyal demokrat partiye, yeni 6 ok önerisi ve bunun değillenmesidir. (Sıraları önemsizdir.)

Anti-militarizm nedir?
Oyak’ın ve Oyakbank’ın  tasfiyesidir (dünyada bankası olan iki ordu var: Guetamala’nınki ve bizimki). 4 askeri darbeyi ve darbecileri zaman aşımsız yargılatmak ve darbeyi idamlık suç saymaktır. Türkiye bütçesinin % 30’unu değil, % 0’ını savunmaya ayırmaktır. Zorunlu askerliği kaldırmaktır. Ondan öncesinde askerlik süresini kısaltmaktır. Ordunun son 30 yıllık tüm hesaplarını, bağımsız uluslararası bir finans kuruluşuna denetletmektir. Afganistan’a asker göndermemektir. NATO’dan çıkmaktır. Arnavutluk’taki, Bosna’daki, Kosova’daki, Nijer’deki, Nijerya’daki, Gürcüstan’daki, Nahcıvan’daki, Azerbaycan’daki askerlerimizi geri çekmektir. Silah alımına son vermektir.

Anti-emperyalizm nedir?
Kıbrıs’tan çekilmektir. Doğu Türkistan’a karışmamaktır. Azerbaycan’da darbe yapmamaktır. Afganistan’dan çekilmektir, Özbek Dostum’u beslememektir. Bir koyup üç almamaktır. Orta Asya’dan Balkanlar’a uzanan Türkiye, dememektir. Yunanistan’daki Trakya Türkleri’ni kollamaktır. Bulgaristan Türkleri’ne artık aldırmamaktır (eski kral, yeni başbakanla koalisyon yapıp iktidara geldikleri ve onları gömen eski sosyalist düşünceye ait bir cumhurbaşkanını benimsedikleri için).
‘Yurtta barış, dünyada barış’tır.

Anti-koloniyalizm nedir?
Sömürge olmamaktır. Sömürge yapmamaktır.
Mandacılığa karşı çıkmaktır. Yeni dünya düzenine uymamaktır. Globalizme ‘hayır’ demektir.
ABD’nin ‘vassal’ı olmamaktır: Ne ABD’nin, ne AB’nin, ne İKÖ’nün…
Topraklarımızdaki askeri üsleri kapatmaktır. Ortak Pazar’ın pazarı olmamaktır. İthalatı ihracatın altına düşürmektir. Dış borç almamaktır. 10 yılda sıfır dış borç hedeflemektir.

Anti-faşizm nedir?
MHP’yi faşist kabul etmektir. Eski MHP’lileri partiye almamaktır ve Meclis’e katilleri artı faili meçhulcüleri sokmamaktır. Sol-sağ oy oranını % 30-70 değil, % 50-50 (uzun vadede % 70-30) yapabilmektir. Kürtler’e diğer azınlıklara (ve azınlıkların birbirlerine) karşı ırkçılık ve milliyetçilik yapılmasını engellemektir.
Muhafazakar aile düzenini değiştirmektir. Çocukların ebeveynlerinkinden farklı kültürel kimliklere sahip olabilmesi hakkını savunmaktır.

Anti-kapitalizm nedir?
6 dolar milyarderi ailenin servetlerinin, aile başına  birer milyarın aşağısına inmesini sağlamaktır. Borsayı kapatmaktır. Bankalardaki tasarrufları reel sektörlere yatırım olarak aktarmaktır. Dövizi yarı sabit kura oturtabilmektir. Reel faizlerin sıfır (yani eksi değil de) olmasıdır.
Karayolu yerine, demiryolu yapımıdır.
‘Bırakmayın yapmasınlar, bırakmayın geçmesinler’dir.

Anti-marksizm nedir?
Proleterya diktatörlüğüne (çünkü diktatörlüğe) ‘hayır’ demektir. ‘Devrim’e (ve ‘savaş’a da) ‘hayır demektir. Devrimin güçlü-zalim ağababalarını izleyenleri, yani Çin kuyrukçularını (yani Maoistler’i) ve (eski) SSCB kuyrukçularını (yani Stalinistler’i), değillemektir. Global devrimin globalizmden farkının olmadığını ortaya koymaktır. Yine de; devrimlerin bitmediğinin, yani sömürünün bitmediğinin bilincinde olmaktır. Devrim için marksistlere gereksinim yok, aslında hiç olmamıştı da…

Negasyon (: değilleme, hayırlama, olumsuzlama), somut koşullar nedeniyle, tarih boyunca en işlevsel akıl yürütme yollarından birisi olagelmiştir. 21. Yüzyıl’da da öyle olacağa benzer.
20. Yüzyıl’da sosyal demokrasi, marksizmden türetildi. Ancak; (adı marksist olmayan) aynı sosyal demokratlar,  1. Dünya Savaşı’nda karşı cephelerde savaşıp birbirlerini öldürerek, pratik negasyonun en hasını eylediler.

21. Yüzyıl’da sosyal demokrasi bambaşka bir anlam kazandı. Kavramlar, artık kaotik-dinamik nitelikte. Bazı öğeleri, zaman içinde tanıma ait veya değil olabiliyor. Kimi de tanımı belirsiz kalıyor. Örnekse: Gecekondulular, 40 yıl önce ‘sömürülen’ iken, bugün ‘sömüren’ durumundalar. ‘Sosyal demokrat kadın’ ise, henüz tanımsız bir kavram.

Sosyal demokrasi, yeni ideolojiler kurulana dek, geçici olarak geçerli bir sistemdir. Yerel göreliklere açık olduğu için esnektir. Henüz elimizde yenisi olmadığı için, eskisini parçalanana dek kullanmak durumundayız.

(Kasım 2001)


DEMOKRASİ TUZAĞI : 1

Bu bir kitap adı. Kitabın yazarı, Graham E. Fuller. (Altın Kitaplar, Nisan 1996, 288 sayfa.) Kendisi CİA ajanı olarak yıllarca Türkiye’de de çalışmış. Kitabın asıl yayın yılı, daha da önemlisi yazılma yılı kesin değil ama 1990 sonrası olduğu kesin. Dolayısıyla 1990-1995 arası diyelim. İrdeledikçe görülecek, tıpkı eski ABD dışişleri bakanı Brzesinski gibi, ikircikli bir gelecekbilim yazıyor, aynı zamanda Yankici, yani yalnız ve yalnız ABD çıkarlarını savunuyor tabii…

İlkin içindekileri ve bölüm başlıklarını dizeyim:

Giriş

Soğuk Savaş Sonrası Dünyanın Tehlikeleri : Tartışma
Komünizmin Küllerinden Yurttaşlık Dersleri
İyi de Olsa, Kötü de Olsa, Kültür İhracatçısı Olarak Amerika
Demokrasi ve Savaşan uluslar
Demokrasi ve Çevrebilim : Çatışan İdealler mi?
Demokrasi ve Amerikan Yaşamının Mükemmelleşebilmesi
Demokrasi ve Etniklik : Amerikan ve Sovyet Tarzında Etnik Mücadeleler
Demokrasi ve Manevi İkilem : Amerika Bir İslam Cumhuriyeti olabilir mi?
Suçu İhraç Etmek
Demokrasi ve Aydınlar
Demokrasi ve Dış Politika : Bir Amerikan Misyonu Var mı?

Sonuç



Ardından, kitabın adı: Neden demokrasi tuzağı? Fuller bu soruyu girişte şöyle yanıtlıyor: “Demokrasiyi otomatik pilota takıp, üçüncü binyıla yelken açabileceğimize inanmak, demokrasi tuzağına düşmemiz anlamına gelir.” (Sayfa: 16.) İyi kehanet, hem de çok yıl önce…

Neden bu kitaba bu denli, yani hakkında on küsur bölüm metin yazacak denli bayıldım? Yine yazar yanıtlasın: 1990 ertesinde (o zamanlar ABD’nin desteklediği) Afganlı mücahitler, Ruslar’ı yendikten sonra (herhalde ödül niyetine),  Orta Batı ABD’ye gelirler. Televizyon seyrederler, amerikan tarzı gündelik yaşama tanık olurlar ve bir gün Fuller’a derler ki: “Bakın, Amerika’nın baş döndürücü bir potansiyeli var. Muazzam bir ülkeniz, akıllara durgunluk verici bir zenginliğiniz, yüksek ve yaygın bir eğitim düzeyiniz, teknik ve bilimsel olanaklarınız, iyi insanlarınız var ama ne çare ki toplumunuz çözülme yolunda. Hiç İslam cumhuriyeti olmayı düşündünüz mü? Tüm maddi olanaklarınıza ek olarak, İslam’ın manevi gücüne de sahip olsaydınız, dünyada neler yapabileceğinizi bir düşünsenize...” (Sayfa: 193-194.) Burada koptum. Tabii, hemen oturup yazmaya karar verdim.

Dipnot: Fuller, Türkiye’de hep İslam’ı, en son da Tayyip Erdoğan’ı desteklemiştir. Döner dolanır, nedenini yakalayamazdım. O, John le Carre’nin kitaplarındaki, düşmanıyla içli dışlı olduğu yıllardan sonra, artık karşısındakileşen casuslar gibi… Casuslar ve teröristler birbirine çok benzer. Unutmayın ki efsanevi terörist Çakal Carlos artık bir Müslüman ve 11 Eylül’ü hapishanede duyduğunda, tıpkı benim gibi, ruhunun huzura kavuştuğunu söylemişti.

Bir de; hem Fuller’in, hem de Brzesinski’nin vurguladığı bir durum var: ABD, 200 küsur yıldır manevi bir kültür üretemedi ve şu sıralar buna fena halde gereksinimi var. İrdelemelerin ekseni buralarda seyredecek.

Çıkış, kuşkusuz 11 Eylül ile olacak.

(27 Kasım 2001)

DEMOKRASİ TUZAĞI : 2

Birinci Bölüm : Soğuk Savaş Sonrası Dünyanın Tehlikeleri : Tartışma
Altbaşlıklar:
İstediğinizi Elde Edince Ne Oluyor?
Ölüm Tacirleri
Soğuk Savaş Bilginleri
Entellektüel Tarafsızlar
Değerlerin Belirsizleşmesi
Reagan’izm’i Korumayın
Adil Düşünenler
Felsefi Sağ : Tarihin Sonu mu?
Tarihin Dönüşü
Barışın Kar Payları ya da Berlin Duvarı Gerçekten Var mıydı?
Soğuk Savaş’ın Eski Tehditleri
Denizaşırı Amerikan Önceliklerinin Çarpıtılması
Yurttaki Önceliklerin Çarpıtılması
Düşmansız Yaşamak
Yeni Sınav
Doğrusal Düşünceye Takılmak
Bireyselliğin Kutsal Boğası Tarafından Boynuzlanmak mı?
Laik Değerler Türetmek

Aranot: Fuller, gereğinden fazla edebi başlıklar atmış. Yaklaşık 300 sayfalık bir kitap için 150’den çok altbaşlık kullanması, konu başına iki sayfadan kısa metinler demek ediyor ki kısa olmalarına karşın öz değiller. Bu da, bazı ayrıntıların abartılmasından ileri geliyor. Bir de akla, Fuller’in bir toplumbilimciden yardım istemiş olması geliyor. Diğer kitaptaki (Jeopolitik Konum, Alfa Yayınları) üslubu buna hiç benzemiyor.
Yorumlar, altbaşlık sırasına göre sürecek. Arada ekstra çıkışlar olabilir.
Doğrusal Düşünceye Takılmak:
Burada Fuller, Aristo Mantığı’nın yaşamın her alanına uygulanamayacağını ifade etmek istiyor ama beceremiyor. Atmadığı bir taşla kuş vuruyor.
Laik Değerler Türetmek:
Laiklik konusu, insanların kafasını özellikle karıştırmak için icat edilmişe benziyor. Laiklik, yalnızca ‘küçük bir teokrasi değilleme adımı’dır. Bugün laik olduğu söylenen Türkiye’de Meclis’in çalışma saatları iftara göre belirleniyor, sürekli seferi sayılması gereken ve 28 Şubat’ı icat etmiş askerlerin kışlalarında mescitleri var.

(Kasım-Aralık 2001)

DEMOKRASİ TUZAĞI : 3

İkinci Bölüm : Komünizmin Küllerinden Yurttaşlık Dersleri
Altbaşlıklar:
Moskova’dan Dersler
Dünyanın Rusya’ya Borcu
Felç: Totaliterciliğin İflası
Demokrasinin Çarkını Yeniden İcat Etmek
En Önemli Şeyler Önce : Pravda Değil, Gerçek
Kongre’nin İki Yanlı Nimetleri
Daima ‘Evet’ Demeyen Bir Muhatap Aranıyor
Sivil Bir Toplumu Yeniden Yaratmak
Komünizmin Başarısı
Demokrasinin Tuzakları
Rusya ve Doğu Avrupa’nın Yarını
Doğu Avrupa Stilinde Politika Kirli Bir İş
Eski Zamanlar İçin Yeni Kahramanlar
Olgun Demokrasinin Sıkıcılığı
Sonuç

Alıntılar ve Yorumlar:
Sivil Bir Toplumu Yeniden Yaratmak:
Sivil bir toplumu bugüne dek ne ABD, ne de başka herhangi bir ülke yaratamadı, çünkü denemedi ve deneseydi de becerebilmiş olacağı pek öne sürülemez. ‘Sivil İtaatsizlik’ metinlerinde uzun uzun ortaya kondu: Çeşitlilik ve çoğulculuk, sivil toplumun ‘olmazsa olmaz’ koşullarından biridir. Bu kalabalık, sivil itaatsizlikle başlar, halk isyanı ve devrimle (dolayısıyla yeni bir devletle) biter, öyle de olmuştur zaten… Oysa, hiçbir devlet bitmek istemez (bunun nedenini açıklamak zor, üstelik savaşsız biten ülke örneği olarak elde 20. Yüzyıl’da Doğu Almanya ve Çekoslovakya var.)
Fuller birçok kilit konuda olduğu gibi burada da ikircikli ve ikilemde kalıyor. ABD’yi sivil toplum örgütleri açısından yüceltirken, Ruslar’a votka yerine kola içirmeyi övmeyi de ihmal etmiyor. Ne ilgisi varsa… (S: 51-53.) Buradaki şerh, 11 Eylül 2001’den sonra ABD’de, sivil toplum örgütlerinin gırtlaklarının bir güzel sıkılıvermesidir. Eski deyişle: Sivil toplum, kanun dairesinde yasaktır.
Demokrasinin Tuzakları:
Nasıl ki yeni demokrat Rusya’da eski KGB’li Putin devlet başkanı olabilmişse, eski demokrat ABD’de eski CİA’li Bush devlet başkanı olabilmiş, bununla da yetinmeyip, eski alkolik oğlunu yeni başkan yapabilmiş ve hiç yoktan yeni bir savaş icat edebilmiştir. Üstelik, bir de eski SSCB topraklarına üs kurabilmiştir.
Fuller, tuhaftır, uluslararası demokrasiden, yani ABD’nin onu katlinden hiç söz etmez, üstelik kendi eski CİA’li iken... Örneğin Türkiye’den…
(18 Aralık 2001)

DEMOKRASİ TUZAĞI : 4

Üçüncü Bölüm : İyi de Olsa, Kötü de Olsa, Kültür İhracatçısı olarak Amerika
Altbaşlıklar:
Amerikan Kültürünün İstilası
Kitle Kültürünün Keşfi
Satılık : Amerikan Ruhu
Müşteri Kraldır
Amerikan Kültürü : Kaçınılmaz Bir Gel-Git Dalgası
Amerika : Dünyanının Karanlık Geleceğine Bakışlar
Ailenin Yıkılması
Yeni Alt Sınıf
Yetkilendirme mi?
Eğitimin Çöküşü
Yolu Açan Amerika

Alıntılar ve Yorumlar:
Amerikan Kültürünün İstilası:
Alıntı: ‘Teenager’ denilen, 20 yaşından küçük gençlik kavramı zaten bir Amerikan icadıdır. (S: 66.)
Yorum: Düpedüz doğru. Dahası ergen faşizmini, ertesinde limitte pedontokrasiyi (yani ailede çocukların ebeveyni gütmesini) icat eden ABD’dir. Bunun biricik olduğunu söylemek zor, çünkü İsrail’de otobüslerde yaşlılar gençlere yer veriyormuş.
Ailenin Yıkılması:
Bu konu, 20. Yüzyıl tarihçesinin en ironik alanlarından birisidir. Komünizm aileyi ortadan kaldırmayı hedefler ama (eski) SSCB bunu başaramadı. Bunu başaran ataerkil tutucu kapitalist ABD kültürü oldu. Yıl 1998’de: ABD hane sayısının % 25’i yalnız yaşıyor. Hiç evlenmemiş nüfus yetişkinlerin % 25’i. Ailelerin yalnızca % 36’sı çekirdek (anne, baba ve çocuklar). Çocukların % 23’ü yalnızca annesiyle yaşıyor. Çocukların % 10’u, ne annesiyle, ne de babasıyla birlikte yaşamıyor. Boşanma oranı ise % 50.
İronik olan ABD’nin hala aileyi savunan bir resmi kültüre sahip olması. Örnekse, bazı eyaletlerde, kürtaj yapan doktorlar öldürüldü.
Fuller ailenin kesinkes korunmasını ve yüceltilmesini öneriyor. (S: 80.)
Yolu Açan Amerika:
Amerika gerçekten geleceğin yolunu açmaktadır ama aslında istediği geleceği tıkamaktır, aslında ipotek altına almaktır. Daha doğrusu idi, 11 Eylül 2001’e kadar. Şimdi can çekişen dev, kırıp dökerek dikmek istediği duvarı aşağı çökertiyor.

(17 Aralık 2001)

DEMOKRASİ TUZAĞI : 5

Sekizinci Bölüm : Demokrasi ve Manevi İkilem : Amerika Bir İslam Cumhuriyeti olabilir mi?

Altbaşlıklar:

Salman Rüşdi ve Allah Vergisi değerler
Mutlak Olanın Ölümü
İnsanlığın Zaaflarının İki Kaynağı
Dinin Sıkıntıları
Ahlaksal Normların Alternatif Kaynakları
Ahlaklılık Kaynağı Olarak Mahkemeler
Hakem Olarak Toplum
Ağzı Bozuk Demokrasi
Feminizm İmdada mı Yetişiyor?
Birey Topluma Karşı
Clint Eastwood ve Yeni Otoritercilik mi?
Laik Yönelimlere Karşı Tepki
Laiklikten Uzaklaşan Uluslararası Yönelimler
Dinle Demokratik Laik Devlet Arasında Çekişmeler
Hristiyanlık ve Toplumsal değişim
Amerika Yeni Törel İkilemler Keşfetmede Öncülük Yapıyor
Kutsal ve Gizemli Olanın Dönüşü

İlkin sav: ABD’de gelecekte muhakkak bir zenci islam cumhuriyeti kurulacak. Ardından açılım: Bugün neredeyse 6 milyon Müslüman var. İki Amerika ülkesi Antigua ve Barbados’ta Müslüman azınlıkların darbe girişiminde bulunduğunu, Surinam’da ise Müslüman nüfus oranın % 20’yi bulduğunu anımsatmak gerek. 1500-2000 arasında Amerikalar’a neredeyse hiç Müslüman sokulmadı. 2002’de ise yılda yüzbinlerce Müslüman ABD’ye ve AB’ye göç ediyor durumda. Bugün Almanya’nın % 5’i Müslüman, Londra’nın üçte biri karakafa. Malumunuz esmer Müslümanlar, beyaz Hristiyanlar’dan hızlı çoğalıyor. 2050’de tüm denge yeniden gözden geçirilmek zorunda kalınacak.

Salman Rüşdi’ye gelince: Söyleyeceklerim beni utandırıyor. Rüşdi, 11 Eylül’den sonra Manhattanlı olduğunu beyan etti. Bir engizisyon mağdurunun diğer bir engizisyona gönüllü kölelik yapması, tam da entellektüelle entelejensiya arasındaki ayrımı gergef niyetine işler.

‘Mutlak Olanın Ölümü’nde Fuller ikilemsel bir saptamada bulunur: “1990’da Amerikalılar’ın % 71’i ABD’deki ahlaksal değerlerden hoşnut olmadıklarını bildirdi.” (S: 198.) Ahlak, hem mutlaktır, hem de toplumsaldır. Bireyler kafalarına göre davranamazlar, değer yargılarını değiştiremezler. Rekabet, hırs, para putperestliği ve şiddet, ABD için tarihçesinin başından beridir geçerli değer yargılarıydı.

Davranışın töreleşmesinde olduğu üzere, 200 küsur yıl boyunca ABD’yi sürekli ilerleten bu değer yargıları artık onu geriletiyor ki 11 Eylül bunun tastamam kanıtıdır.

Değer yargıları öyle şakkadanak üretilip ikame edilemezler, yani yenileri eskilerin yerine ha deyince konamaz. Zaten devletlerin sonunu da, çoğunluk bu açmaza saplanmaları getirdi. Isparta ve Kartaca da, ABD’nin şu anki derdi nedeniyle battılar: Kaybedecekleri savaşta ısrar etmek. Osmanlı ve topraklarında güneş batmayan ilk dünya imparatorluğu İngiltere ise, büyüklük takınağının bedelini görememekten batıp gittiler.

Henüz görünmüyor ama hristiyan engizisyonu da, görünürde islam engizisyonuna yanıt olarak, aslında içkin ve tözsel olarak, geri dönecek. YMCA’ler hala var, Ku Klux Klan’lar da öyle… Ancak, bu kez Zenciler hazırlıklı. İyi maç olacak.

(14 Ocak 2002)


DEMOKRASİ TUZAĞI : 6

Çıkış
Metinleri okudukça ve yazdıkça Fuller’leştim. Beni tanımamış, tanımıyor ama belki tanıyacak olsa da, o da benleşmiş, yani köksüzleşmiş ama bunun bilincinde değil. ‘Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu’ndaki (Alfa Yayınları, Temmuz 2000) Fuller’dan (aradan yalnızca bir kaç yıl geçtikten sonra bile) bambaşka biri ki özeleştirisini de yapmış: “Türkler’in ABD ile ilgili olumsuz düşüncelerinin düzenli (ve bazan isteğim dışında) saldırısına hedef oldum.” (Sayfa: 15) Parantez içi çok ilginç: Kimi zaman, Fuller’ın kendisi ve ülkesi aleyhine (kuşkusuz çıkarlar lehinde ve planlı olarak) birilerini kışkırtığı gibi bir sonuç rahatlıkla çıkarsanabiliyor. Ancak, Fuller da 11 Eylül’ ertesinde zafer naraları atanları şaşkınlıkla seyretti.
‘11 Eylül’ün Fütürolojisi’ metninde, ABD’nin dünya tarihçesine bundan sonraki 50 yıl içindeki olası etkilerini irdelemeye çabalamıştım. O zaman bu kitabı okumamıştım ama Brzesinski’nin ‘Dünya Bir Satranç Tahtası’ (Sabah Kitapları, 1999, 100 sayfa) kitabını okumuştum. ABD için  çalışmış siyasetçilerin veya casusların ABD’nin aleyhine veya zararına herhangi bir kuram üretebilmeleri pek mümkün değil. ABD için çalışıp çalışmadığını bilmediğim Bertram Gross, daha 1980’de ABD’nin er veya geç SSCB’yi içereceğini veya soğuracağını öne sürmüştü ve ABD’nın durumunu ‘arkadaşça faşizm’ olarak nitelemişti ama bunun düzeltilebileceğini sanıyordu (‘Friendly Fascism’ kitabında, ne yazık ki künye elimde değil). Sorun tarafsızlıksa, bunu becerebilmiş tek bir Yanki yok, ABD aleyhtarı görünen Noam Chomsky dahil... ABD’nin ‘vassal’ı (yani mandası değil de, ona bağımlı) bir ülke olan Türkiye vatandaşı olarak, ben de tarafsız olmamakla (ama bu kez ABD aleyhine) nitelenebilirim. Belirtirim ki bir ülkenin nasıl sona ereceğini öne sürmek, o ülkenin aleyhine bir taraflılık sayılmaz.
Fuller, bana bu kitabıyla şunu gösterdi: Casuslar bile açıksözlü olabilir. Artı bazı şeylerin yaşanmadan önce söylenmesi, yaşandıktan sonra söylenmesinden iyidir. Malumunuz, Hoca kızını testiyi kırmadan önce dövermiş. Fuller, bu kitabında testinin kırılacağını, testi kırılmadan önce gösteriyor, üstelik dövmüyor da, yalnızca sözü yakalıyor ve yönlendiriyor. E malumunuz, gelecekbilimciler de öyle yapar. 11 Eylül 2001’de de testi sizlere ömür. ABD şimdi onu eski haline yapıştırmaya çabalıyor ama artık nafile ve beyhude… Öykünün devamında, sırçacı dükkanındaki fil yavrusu gibi, ortalığı darmadağın edip sonunu hazırlayan bir ABD var.
ABD’nin (ve halkının da) yapabileceği tek bir şey var: Oturup düşünmek. 1 milyar kişiyi karşına alarak dünyayı yönetemezsin. Osmanlı’nın vebalini 700 yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti ödüyor. ABD de öyle olacak. Batması onyıllar veya birkaç yüzyıl alabilir ama son başladı.
Bu kitabı yazdığı ve bana bu karşı yanıtları yazdırdığı için, Fuller’a gıyabında teşekkür ediyorum. (Aralık 2001)

6 OKSUZ SDP

Bir rivayet sayın Erdal İnönü, yeni kurulacak sosyal demokrat partinin ilkeleri arasında 6 okun bulunması gerekmediğini beyan buyurmuşlar. Eğer gerçekse, çok da iyi etmişler. Şık şık, pardon ok ok ilerleyelim:

Devletçilik: Cumhuriyet kurulduğunda ülke sanayileşmemişti ve bunu özel sektörde yaratabilecek burjuvazi de yoktu. O nedenle, cumhuriyet devletçiliği, ithal ikameciliği gibi, taşıma suyla değirmen döndürülen, reel üretime değil, montaj sanayisine yönelik, tuhaf bir karma yapıydı. Koç ve Sabancı imparatorlukları böylelikle oluştu. Özal geldi ve onların tekellerini kırmak için yeni yarkalar palazlandırdı: Toprak gibi… Bugün resmen Türkiye’de 6 dolar milyarderi aile var: Koçlar, Sabancılar, Karamehmetler, Şahenkler, Uzanlar, Doğanlar. Buna henüz karaparacılar dahil edilmiyor. Sisteme para şırıngalanınca, bir iki yıl içinde edilecek: Yiğit ve/ya Demirel gibiler, aslında nakden dolar milyarderi sayılsalar gerek, para yurtdışına kaçırılmış olsa da… Ancak, faulcülerin oyunu yeniden bu denli büyük oynamaları zor.  Bilgin ise, er geç piyasaya geri dönecek. Bunların dışında, yeni aday adayları 5 yıl içinde muhakkak çıkar, çünkü bunlar da 5 yıl önce yoktular.

Bunlar işin pratiğiydi. Kuramına geçelim: Devletçiliğe karşı bugüne dek, liberalizm ve radikalizm önerildi. Her ikisi de İngiltere tabanlı görüşler. Burada saptanması gereken durum, liberalizmin muhafazakarlığa karşı önerilmiş oluşu. Radikalizm ise, her ikisine karşı önerilmiş bir sav. Yine de hepsi devletçi kalmış.

Laiklik. Biraz nasır ezelim: Cumhuriyet’in kuruluşundan 78 yıl sonra, TBMM çalışma saatlarının iftara göre belirlendiği, mensuplarının sürekli seferi sayılması gereken ordu kurumunda mescitlerin bulunduğu, diyanet işleri başkanının kaç rekat namaz kılınacağını kendisinin belirleyeceğini söyleyebildiği  bir ülke laik filan değildir.

İnkılapçılık: Özellikle ‘devrimcilik’ denmedi. Bunu muhafazakarlarla aynı kapta bulunmak için söylemedim. ‘Devrim’ denince, 1917 Rusya ve 1949 Çin anlaşılıyor. İnkılaplar, bunların ikisi de değildi. Yazı, sayı, giysi değişimleri büyük çabalardı ama toplum yapısını tümden değiştiremedikleri 80 yıl sonra besbelli ortada.

Ulusçuluk: Bilerek ‘milliyetçilik’ denmedi. Anadolu, pardon Türkiye, 1071’den beridir asla tek bir ulus olmadı. İstanbul’da ‘72,5’ milletten söz edildi. Türkiye Cumhuriyeti tarafından 1965’te (eksikleriyle) resmen 47 ulus tanınmıştı. O zaman nasıl tek ulus olacağız? (Ben Tatar’ım, Türk değilim ki…)

Halkçılık: Başa geçince Atatürk’ün ilk kararı Zonguldak madenlerinde grevi yasaklamaktı, çünkü savaş için hammade gerekiyordu. O nedenle, Cumhuriyet’in halkçı olduğunu öne sürmek biraz zor. Onun yerine şöyle denebilir: Osmanlı battığında, nüfusun çoğunluğu köylü, yani çiftçiydi. Cumhuriyet, dünya tarım literatürüne girecek bir tempoyla, topraklarında onlarca yeni ürün üretti ve bu da çiftçinin hayrınaydı. Mandalina, çay, şeftali, hep Cumhuriyet’in ilk döneminin şevkiyle üretildi. Şimdilerde kimse soya üretmiyor, tütünün üzerine yatmayı yeğliyor.
Artı Cumhuriyet, Osmanlı’nın arta kalan elitlerini aynen devraldı. Onlarsa, ‘halk düşmanı’ bile hafif kalacak denli, anti-sosyal ve anti-demokrat adamlardı.

Cumhuriyetçilik: Cumhuriyet nedir? Demokrasi midir? ‘Cumhur’ halktır da, ‘halk’ nedir? Halkın yönetimi nedir? Kölelik varken, halk yönetiminden, yani demokrasinden (Eski Yunan’da) söz edilebiliyorsa, Atatürk’ün de kavramsal açık vermesine şaşmamak gerek. Bugün Meclis’te öğrencilerin, evkadınlarının, yaşlıların, işçilerin, köylülerin, Alamancılar’ın, ayralların hiçbirinin vekili yok ve bunların toplamı nüfusun yarısını geçiyor.

Olmayana ergi yöntemi (ya da başka bir deyişle ‘negasyon’) kullandık. Sayın İnönü, kendisi de bilimci olduğu için bu açılımı daha rahat benimseyebilir.

Yapıcı olmak için, hemen bunların yerine yeni bir iki şık önerelim:
Adalet: Gelir dağılımı eşitliği.
Özgürlük: Tüm darbeciler ve işkenceciler zaman aşımsız yargılanacak.
Kardeşlik: Tüm azınlıkların savaşsız birarada yaşaması için gayret gösterilecek.

Veya:

Anti-militarizm, anti-emperyalizm, anti-kapitalizm, anti-faşizm, anti-marksizm, anti-koloniyalizm… (Bakınız: Anti-SDP metni.)

Ya da:

Kendi yeni 6 okunu kendin yap…
Artık, Atatürk bekleme devri bitti…

Dipnot: Bu metin yazıldığında İnönü, partileşme sürecini terketmemişti. Onun adı yerine istenilen ad konulabilir. Ben, Sema Pişkinsüt’ü yeğliyorum. Ek dipnot: Sema Pişkinsüt, Toplumsal Demokratik Parti’yi kurdu. SDP, ‘TDP’ diyeokunabilir.

(21-30 Kasım 2001)

DEMOKRASİNİN GÜNDELİK KÜLTÜROLOJİSİ

Demokrasi ve diğer yönetim biçimleri, nedense hep üstyapısal bakış açısıyla ele alınır. Oysa yaşam, tamamına yakın olarak gündelik basitliklerden, yani altyapılardan oluşur.

Aile: Aile yapısı, 20. Yüzyıl’da büyük değişime uğradı. 3-4 kuşağın birarada yaşadığı ‘feodal model’in yerini, 2 kuşaklı ‘çekirdek model’ aldı. ABD, bu konuda daha ileri gitti. Anababa ve çocuklardan oluşan birim, toplam hane halkının yalnızca % 25’ini oluşturur duruma indi.

Yine de, aile içinde herkesin rolü ve satüsü, hala kalabalık aile modelindeki gibidir. Otorite dağılım bellidir. Kadın, erkeğe karşı pasif konumdadır. Çocuklar, ikisinin de altında yer alır.

Peki, bunu alternatifi nedir? Çocuğun karar verdiği pediokrasi mi? Gerontokrasinin derdini yüzyıllar boyu çektik ama ergen faşizmi de ortada…

Yine ABD, istemeden bir çözüm üretmiş durumda: Ailenin çözülmesi. Nüfusun % 10’u daimi bir yalnızlık içinde yaşıyor. Evliliksiz çocuklar ve çocuksuz evlilikler hayli toplam tutuyor.

İktidar seçkinleri-kitle: Yöneten-yönetilen ilişkisi üzerinde en çok tartışılan ikilemsel durumlardan biridir. 6 milyarlık bir dünyada doğrudan demokrasi pek mümkün değil. Temsili demokrasi ise, sorunları yanında getiriyor.

İktidar seçkinleri; üst rütbeli askerler, büyük sanayici ve tüccarlar, siyasiler, medyatörler ve entellektüellerden oluşur. Bu yaklaşık olarak; 1.000 albay ve general / amiral, 1.000 oda başkanı ve yönetim kurulu üyesi, 250 TOBB üyesi, 250 TÜSİAD üyesi, TESK başkanı ve yönetim kurulu üyeleri, 550 milletvekili, 1.000 belediye başkanı, 1.000 parti il başkanı, 1.000 köşe yazarı ve televizyon sunucusu, 5.000 sanatçı, 5.000 akademisyen eder. Kabaca, toplam nüfusun %o 1’ini oluşturduklarını kabul edebiliriz. Temelde eğitim ve/ya gelir olarak en üst dilimde yer alırlar.
Bunların, toplumu yönetirken ezmemesi nasıl sağlanabilir? Ekonomik sömürüyü, iktidar baskısını nasıl engelleyebiliriz? İlk ve en emin yol, otokontroldur. Kitle, tepesindekileri denetlemek zorundadır.

Standart biyografi: Tüm kültürel modlarda ortalama bir insanın aşağı yukarı tüm yaşamı programlanmış durumdadır. En sonki olan 1. Sanaşileşme’nin son evresinin modeli şöyledir: Üçte bir yaşam eğitim, üçte bir yaşam mesai, üçte bir yaşam emeklilik. Eğitimin ve mesainin de ortalama yine üçte birleri tatildir. Boş zamanlar çoğunluk televizyon seyretme tarafından gaspedilir. Tüketim ideolojisi, kitlenin böyle olmasını ister ama boş beyinli milyonlar faşizm ve savaş gibi açmazları rahatça yaratmaktadır.

Standart biyografilerden ortalama bir kaç standart sapmaya izin verilebilmekte, dolayısıyla eşcinsellik moda olabilmektedir. Dahilerin yaşamlarına bakıldığında gözlediklerimiz, bize hiç bir toplumun ve kültürel modun astandartlığa izin vermediğini gösteriyor. Onu acilen bir nekrografiye dönüştürme yolları bulunuyor.

Asıl sorun, tümüyle boş zamandan oluşan emeklilik, yani yaşlılık sırasında ortaya çıkar. O güne dek, rolleri ve statüleri olan kişiler, bir anda yapayalnız ve çırılçıplak kalakalırlar. Gelişmiş ülkelerde 60 yaş üstü nüfus oranı % 25’i geçti. Bunların zihinsel ve bedensel geriatrik sorunları, topluma oldukça pahalıya patlamaktadır, keza gittikçe uzayan yaşamlar nedeniyle ödenen emeklilik maaşları da…
İronik olarak, demokrasinin sorunlarından biri de, ‘yaşlıların iktidarı’ demek olan gerontokrasidir. Türkiye’de de görüldüğü üzere, artık bunamış ve ayakta duramaz duruma gelmiş kişiler, yönetim statülerinin en üst düzeyinde yer almakta, daha genç ve daha verimli olabilecek kişilere iktidarı asla terketmemektedirler.

Bu açıdan bakıldığında, aslında çözümün henüz varolmadığı belli oluyor. Zaten arzulanan, konuyu bu bakış açısıyla da düşünebilmek.

(1 Mayıs 2002)

FAŞİZMİN KATEGORİZASYONU

Önnot: Bu metin, Umberto Eco’nun ‘Sonsuz Faşizm’ başlıklı makalesinden esinlenmiştir.

Faşizm nedir?

Faşizmi bir kategori olarak ele alalım, yani bazı nitelik-öğelerden oluşan bir küme tanımı olarak… Klasik küme kuramı, bütünün parçalarının toplamından oluştuğu, herhangi bir öğenin herhangi bir kümeye kesinkes ait veya ait değil olduğuna dayalı Aristo Mantığı’na dayanır. Bir bakıma onun tama yükseltgenmiş durumudur. 20. Yüzyıl’da ‘puslu mantık’ tanımıyla, buna alternatif küme kuramları da geliştirildi. Bu tanımda, öğelerin belirli bir yeranda belirli bir kümeye aitlikleri tam değil, % 0-100 arasında değişen olasılık dağılımları olarak belirlenebiliyor. Bu mantığa dayalı olarak çalışan ve sahibinin günlük kapısını açma zamanlarının dağılımını kestirebilen buzdolapları var. Ayrıca, gerçek yaşamda da, ornitorenkin memeli olup olmadığı gibi belirsizlikler de var.

Faşizmin öğeleri nelerdir ve/ya neler olabilir?

Önem sırasında başta olmasa da en görünen öğeyi, ‘lider’i ele alalım: Faşizmin ad babası olan İtalya’da Mussolini vardı, Almanya’da Hitler vardı. ‘Führer’siz bir Nazizm pek düşünülemezdi herhalde… Peki, ne zaman ve nasıl Hitler’ler oluşur?

Hitler bir onbaşıydı. 1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış Almanya’yı eski durumuna döndürmek hevesinde olan milyonlardan biriydi. Neden, başkası değil de o başardı? Bir: Denedi, yanıldı; yine denedi ve başardı. İki: Deliydi, hem de en uçuğundan… Faşizmin yalanlarını, hem de kendi dediklerine inanarak, onun kadar kolay üretebilecek biri çıkmadı. Üç: İşbirlikçilerini iyi seçti. ‘Abwehr’ artığı ve kendinden önceki son başbakan Von Papen’ı kendi safına çekmek o kadar kolay değildi.

Sonracıma meşhur Krupp var. Faşizmin finans-kapital odağı… Emperyalist bir düşüngü, para, hem de çok çok para olmadan büyüyemez. 2. Dünya Savaşı Krupp gibi, Thyssen gibi büyük sanayicileri semirtti. Öyle ki savaş bitince bile iflas etmediler. Onu bırakın bugün bile varlar.

Din konusu muallakta kalıyor. Katolikliğin ağır bastığı İtalya’da Mussolini dini ağzından düşürmezken, Hitler papazları toplama kampına yollamakta hiç sakınca görmedi.

Aksiyolojik erozyon, faşizmin en sağlam dayanaklarından biri. Almanya 1920, milyonlarca açı, sakatı, evsizi, işsizi ile bir lağım çukuruna dönmüştü. Savaş zenginleri parayı har vurup harman savururken, enflasyon oranı yüzde milyonları bulmuştu. Proleterya lümpenliğin dibini görmüştü. Vb, vd, vs… Çökmüş bir toplumda yerleşik ahlaksal değerler erirken, insanlar doğrulardan çok yalanlara inanmaya meylederler.

Propaganda konusunda Hitler’in başarısını takdir etmek gerek. Bugünkü medya araçları olmadan da o, insanları yalanlarına inandırmayı başardı.

‘Irkçılık’ konusu da, yanlış anlaşılan konulardan biri. Faşizm, ırkçılık olmadan da olabiliyor. Kuşkusuz, bir ‘öteki-düşman’ yaratmanın yararlarını biliyoruz. Yine de biliyoruz ki Hitler olmasaydı, 1947’de İsrail de olmazdı. Sonra toplama kamplarının başarısız olduğunu kabul etmek durumundayız. İşgal edilen topraklardaki Musevi nüfusun yalnızca 40’ını yok edebildiler. Museviler’i Hitler’den kurtaran rolündeki Stalin bile, bu konuda kendi ülkesinde daha yüksek bir yüzde tutturmuştu. Bugün Kamçatka’da Musevi Özerk Cumhriyeti’nin ne işi olabilirdi başka türlü?

Devamında Bertram Gross, uyuşturucu kullanımının ve fuhuşun, faşizmin bir göstergesi olduğunu savunur. Bu, o denli kesin bir gösterge olamaz. Neden mi? Faşizmden yüzyıllar önce de, çözülen uygarlıklarda bu iki gösterge hızla tavan vuragelir de ondan… Sonuçta, uyuşturucu gerçeklerden hayallere, fuhuş da evkadınlığı güvencesini yitiren kadınlar için ekonomik bir kaçış yoludur.

Faşizm, tüm bunların toplamıdır ve bunlardan farklı birşeydir de… Oluşmakta olduğu sıralarda (örneğin Türkiye 1960-2000’de) tanımlanabilirliği muğlak kalır. Onu oluşturacak tüm öğeler birarada var olsa da, kültürel örüntünün sıkılığı faşizme varmamış, hatta belki de varmayacak olabilir.

(9 Haziran 2001)

ALATURKA FAŞİZMİN GÖSTERGELERİ

Türkiye 2001’de faşizm var mı? Varsa da, yoksa da, bunu nasıl açımlayacağız?

Bir önceki, ‘Faşizmin Kategorizasyonu’ metni bunun için bir ön açılımdı.

Önnotlar:

1. Nasıl, 1930’larda uç sağ hızla güçlendiyse ve örneğin Japonya’da bir faşizmden söz edilebildiyse, artı nasıl 1970’lerde tipik bir Güney Amerika faşizmi oluştuysa, 1980 Gross’tan beridir hem global, hem de yerel ölçeklerde / ölçütlerde yeni, yumuşak (o, Yanki tipine ‘arkadaşça’ diyor) faşizmlerden söz etmek mümkün.

2. 1945-1990 arasındaki iki kutuplu, post-modern, global soğuk savaşlı dönemden sonra, 1991-2000 arasında tek kutuplu, post-post modern, yerel sıcak savaşlı bir dönem geldi. Rusya’nın toparlanması, Çin’in aradaki yüzyılı beşinci viteste atlaması, AB’nin yeni-yumuşak engizisyonu, yarına doğru, belirsizliklerle dolu, yeni bir yol açtı.

3. Türkiye; Doğu-Batı, Kuzey-Güney, Avrupa-Asya, Hristiyanlık-İslam, Balkanlar-Orta Doğu-Kafkasya kurtkapanlarında sıkıştı kaldı. 50 yıldır oynadığı ‘NATO’nun gülü’ rolü soldu. Aynı süreyi, ona yakın darbe(cik) ile ve bir trilyon dolar israfla batırdı.

4. Dünya’da da, bizde de. yeni bir iktidar seçkinleri düzeni oluştu: Askerler ve polisler, medyatörler, siyasetçiler, kompradorlar ve ayakçı entelejensiya.
Tüm bunlar, alaturka faşizm için ‘yeme de yanında yat’ durumlar. Muhalefet şerhi: Tüm Cumhuriyet dönemi, hayret verici olarak, yüzlerce binlerce aydının kendisini ve yaşamını gönüllü olarak harcadığı, toplumsal muhalefeti hiçbir kazanma şansı olmaksızın, ölümüne sürdürdüğü örneklerle dolu. Bugün de, iktidar seçkinleri, tam da kendilerini tuşla galip sanırken, çok farklı odaklardan başkaldırı sesleri geliyor. İşte, alaturka faşizmin yengisi ve/ya yenilgisi, bu iki kutup arasındaki savaşımla belirlenecek.

Geçelim göstergelere ve anlamsız göstergelere:

Anlamlı - anlamsız gösterge ayrımı:

Kültüroloji, gözlenen olguların çoğunu ayıklar ve anlambilimsel açıdan kullanmaz. Başka bir deyişle, limit sonsuz sayıdaki çokyüzlülerin yüzeylerinden yalnızca bir ve/ya birkaç tanesini seçer. Ardından bunları kavramsal bir çerçevede biraraya getirir. Laserlerin tek renkli olması ama yine de güçleri nedeniyle holografi üretiminde besleyici ışın olarak kullanılmalarında olduğu gibi, bu tutum sonucun belli bir referansla panoramalanması demektir. Yine de hologramların birkaç derecelik derinlikte üç boyutluluğu sözkonusudur. Kültüroloji de böylesi bir derinlik yaratır. Seyrek durumlarda birden çok kavramsal çerçeve birden çok panorama yaratabilir.

5 gösterge örneklemesi:

1. Yeni yetmelerin / ergenlerin / ‘teenager’ların faşizmi:
Oy hakkı verilmeyen milyonlarca nüfusa tüketim hakkı verilmesinin çelişkisi. Sorun, tüketicinin üretici olmaması değil; alışverişin oy vermekten daha ciddi, dolayısıyla daha zor karar verilesi bir davranış olmasıdır. Maddi olsun, manevi olsun, maliyeti de daha yüksektir. Ancak, reklamlar aracılığıyla, yeni yetmeler hiç düşünmeden harcarlar. Slogan: Kredi kartı kulanan tüm Türkler faşisttir.

2. Daha genç, daha eğitimsiz, daha köylü, daha parasız, daha ahlaksız  İstanbullular’ın faşizmi:
Kimse İstanbullu olduğunu kabullenmiyor. 50 yıl bu kentte yaşasa bile, kendini doğduğu yerli sayıyor. Dolayısıyla, hiç biri bu zamanda bu kenti katletmeme sorumluluğunu üstlenmiyor. Eski İstanbullular İstanbul’u satarken, bunlar satın aldı ama burjuvalık satın alınamaz.

3. Medya faşizminin göstergeleri:
Tiraj ve ansiklopedi savaşları sırasında yapılanlar.
Tirajın on yıldır aynı miktarda kilitlenmesi.
Gazeteci öldürtmek.
Gazetecileri pazarlamacı, ajan, vb amaçlı kullanmak.
Köşe yazarlarının kognitif-informatik vakumlayıcı, yani cahilleştirici ve eblehleştirici olarak işlev kazanması.

4. Alaturka matriyarkal faşizm göstergeleri:
Güce karşı olmak değil, dolaylı olarak gücü paylaşmak eğilimi: Hürrem Sultan kompleksi.
Her tür hile, şantaj, duygu sömürüsü türü dolayımlara başvurma eğilimi.
Sürekli sahte ve yalan söylemlere yönelmek.
Cinselliği bir üstünlük aracı olarak kullanmak.
Şiddetin (örnekse psişik yollardan) pasif kullanımı.
Aile kurumunu putlaştırmak.
İşkadınlığı takınağını abartmak.

5. Kitlenin faşizminin göstergeleri:
Yalan söylemlere inanç. ‘İnkar altkültürü / kültü’nün yerleşikliği. Tele(vizyon)kolizm.
Sınıf atlama eğilimi: Araba almak için et yememe ve ithal araba almak için rüşvet yeme örneği. Kazandığından çok harcama.
Eğitimi düzeyinin çok düşük, 75 yıl ertesinde ilkokul mezunu düzeyinde kalması.
Aksiyolojik vakum: Köy kültürünün yerini, kent kültürünün alamaması, büyükkentten (özellikle İstanbul’dan) nefret etme.
Futbol, arabesk müzik, banal popüler kültürler. Tüm kitlesel eğlenceler (havai fişek gösterisiyle iftar gibi).
Artan alkol ve uyuşturucu kullanımı.

(9 Haziran 2001)

SEMBİYÖZ FAŞİZM

Faşizm genelde, yönetenlerin yönetilenlere, güçlülerin güçsüzlere, zalimlerin mazlumlara yönelik iktidarı olarak tanımlanır. Oysa konumlar statik değil, dinamiktir. Birinciler ikincilerle kolayca yer değiştirebiilr. Bu kaotik faşizmlerden biri de sembiyötik faşizmdir.

Da bu ne menem bir şeydir?

Gayet ayıpçı bir örnekle işe girişeyim: ‘Onun Hikayesi’ filminde sadomazohistik bir ilişki anlatılır. Öykünün sonunda erkekle kadın, eziyet edenle edilen yer değiştirir.

Keza, sadizmin ad patenticisi Sade markimiz ne güne durmakta? Kadına kırbaçla gitmenin Nietzsche’si nerede kalmakta? Milena’yla yatan Kafka’nın yeisi hangi noktaya haritalanmakta?

Tüm bunlar kulağa pek bi hastalıklı mı gelmekte?

Peki, babanın kızını şaaptığı mahkemelik 1.000 enseste ne demeli? 10.000 gönüllü fiili livataya ne demeli? Uyuşturucu kaçakçısı 1.000 tetikçiye ne demeli?

Sadede gelelim:

‘Sembiyöz’ bir mecazdır. Biyolojiden alınmadır. Bazı canlılar, birarada yaşarlar. Baklagillerin kökündeki bakteriler buna bir örnekir. Mikroorganizma bitkiden beslenirken, bitki de onun ürettiği azot bileşiklerinden yararlanır. Buna ‘sembiyöz’ (ortak yaşam) denir.

Toplumsal yaşantı, her iki tarafın da kazandığı, birinin kazanıp birinin kaybettiği, her iki tarafın da yitirdiği, üç ana durumlu bir oyunlar dizisidir. Sembiyöz artı toplamlı bir oyundur. (Asalaklık ise sıfır toplamlı bir oyundur.) Oysa toplumsal yaşantı, genelde eksi toplamlı bir oyundur. Faşizmlerde (ve engizisyonlarda) bu toplam eksi sonsuza dek düşebilir. Öyle ki yitimleri tamir etmek gelecek onyıllara (hatta kimi yüzyıllara) kalır.

Hitler faşizmi, nedense tarihin en büyük yıkımı kabul edilir (ki asslında rekor Cengiz Han’ındır). Onda da kaka kötü hainler, cici halkı yakıp yıkarlar. Oysa, Vehbi’nin kerrakesi öyle değildir.

Ta 1919’dan 1939’e dek Alman halkı hep Hitleri’ini veya bir benzerini beklemiştir. Krupp onu finanse etmiştir. Sosyal demokrat sayılan ‘auto reverse’ dönüşlü von Pappen onun büyükelçiliğini (hem de Türkiye’de) yapmıştır.

Bizde de MHP, tamam CİA eğitimi filan yemiştir ama 5 milyon kişiyi peşine döverek söverek takmamıştır. Misler gibi iktidardayken, TÜSİAD patentlidir. Hattası uygun deliği bulunca, tek başına iktidar olarak sokulması planlanmıştır. Eh, ordumuz da bu oyunda rol almasa olur mu hiç?

Kıssadan hisse: Faşizm gayetnen sembiyötiktir. Ayrıca, Dünya dillerine yeni bir deyim kazandırmada bana yardımcı olan tüm şer mihraklarına teşekkürü bir borç bilirim netekim...

(29 Mayıs 2001)

SENTİMENTAL FAŞİZM

Adı değilse bile, içeriğinin patenti Fassbbinder’e ait olan ‘sentimental (: duygusal) faşizm’, adı gibi tuhaf bir şeydir.

Örnek mi? Severek faşist olunabilir mi? Evveett… Severek işkence edilebilir ve öldürülebilir mi? ‘Seni sevmeyen kezzaplasın, yaksın, öldürsün, pardon ölsün.’ Gönül matkabı: ‘Sen benim kıymetimi hiç bilmiyorsun, senin için nelere katlanıyorum.’

Önce dış haberler:

Franz Biberkopf, kendisinin platonik-pasif sevgilisi olduğu Fassbinder tarafından kabul edildiği için film yapılan ‘Berlin Alexandr Meydanı’nda, arkadaşının terkettiği sevgililerini teselli etmek babında sever. Sonunda kolundan olur. Bu durum biraz da, Nathanial West’in  ‘Fırsatlar Ülkesi’ni anımsatır. Orada da kahramanımız, ülkesini severken, önce diş, sonra kol derken, sonunda herşeyini tümden yitirir ve gözden yiter.

Gerçekten yaşamış olan ‘Violette Noziere’de (ülkemizde gösterildiği adıyla ‘Zehirli Çicek’) genç kadın kahraman, kendisini enseste zorlayan üvey babasını ve duruma göz yuman annesini öldürür. Sartre ve Beauvoir, onun beraatı için çok çabalarlar ama beceremezler, müebbed hapis cezası verilir. (Ek örnekler, Scola’nın ‘Özel Bir Gün’ü ve Lilia Cavani’nin ‘Gece Bekçisi’sidir.)

Geçmişe dönelim: Gonçarov’un o pek ünlü ‘Oblomov’unda Rus kahramanımız, sevgilisini bir Alman’a kaptırır. Tuhaftır, yazar Almanlar’ı hep över, çalışkan oldukları için… Daha da tuhafı, Oblomov’un evlenmek için seçtiği lümpen proleter kadın, o öldükten sonra onun yasını tutacak biricik kişidir.

Şimdi iç haberler:
İki gerçek vaka: İkisi de 12 Eylül kurbanı. Biri 8, diğeri 12 yıl içeride yatmış. Ortak yanları, içerideyken kurbansever alaturka dişilerle iletişimeme kurmuş olmaları. Ve hapishaneden çıktıkları ilk gün, her ikisi de Kadıköy Meydanı’nda kırmızı gülleriyle gelen sevgilileriyle buluşmuşlar. Öykünün devamı da var, tam sentimental faşizm. Mahremiyet saygısı nedeniyle, burada istop.

Konu burada bitmez. Batman intiharları var. TC yasalarında açık tanımlanmayan ‘ensest’ var. ‘Erkek kediler, düzüle düzüle düzmeyi öğrenir’ci ‘fiil-i livata’ var. “Mehdi’nin Leyla’sı”nın, “Leyla’nın Mehdi’si”leşmesi var. Rivayet odur ki Soysal-Ilıcak var. Gürkan’ın kocamış balerinle evliliği var. Belge’nin Soygazi’si var. Eski Alman başbakanı ve Türk düşmanı Kohl’un oğlunun bir Türk kızıyla hem papaz, hem de imam nikahıyla evlenmesi var.

Da yasalar bizi ne denli bağlıyor ki? De duygusallığın faşizmini kim kesebilmiş ki veya ondurabilmiş ki?

‘Sentimental faşizm’ başlığı, iki anlambilimsel yönseme içerir: Duyguların siyaseti ve olumlu sayılan duyguların saklı şiddeti ve/ya olumsuzluğu.

(9 Haziran 2001)

İKTİDAR ve FAŞİZM

İktidarsız demeyeyim, iktidardasız faşizm epeyi gözlenir, Hitler’in darbeyi ıskaladığı ve/ya seçimi henüz kazanamadığı zamanlarda olduğu gibi… Faşizmsiz iktidarlar da çok sık görülür, 200 ülkenin çoğu hükümetleri gibi…

Tüm iktidarların faşizan eğilimleri olduğu bilinen ve gözlenen bir durumdur. Cüce çingeneler, ‘baş ol da soğan başı ol’laşır, babasını astırır, öğleden sonra gölgesini görünce kendini adam zanneder, vb, vd…

İngilizce’de ‘güç’ ve ‘iktidar’, aynı sözcükle karşılanır: ‘power’. Oysa, Uzak Doğu Asya kültüründe ‘güç kullanılmadıkça, yani iktidardasızlaştıkça artar’ olarak tanımlanır. Ayrıca, ‘iktidarsızlık’ sözcüğünün cinselliğe doğrudan gönderme yaptığını belirtmeye gerek yok sanırım.

İktidar arzusunun doğal bir kökeni olduğu hep önesürülür, çünkü hemen tüm memelilerde sürü başı geleneği vardır. Hatta aptal-evcil kuşlardan tavuklarda da, horoz kümesin iktidarını elinde tutar, tavuklar ise birbirini gagalayarak aralarında hiyerarşik sıra paylaşır…

İnsandaki tüm doğal davranışlarda genetiğin yerini giderek kültürün alması gibi, somuttan soyuta geçişen saçılımlar sergilenir. Bir çok işlevsiz iktidar çabaları görülür. İnsanlar, kıçıkırık bir dernek başkanı olmak için, milyarlarca TL harcayabilir, hele hele (iktidarda olsun veya olmasın) bir partinin ilçe başkanlığı sözkonusuysa, olay milyon dolarlar boyutuna çıkabilir (Baykal’ın Meclis dışı CHP başkanlığı için harcadıklarına bir bakın).

Konu dağıldı, tüm iktidarların faşistleşmesine gelince:

Faşizmin iktidarı muazzamdır: Toplama kampları, Krupp tekelleri, bedava çalıştırılan esir işçiler, savaş, divan-ı harpler, SS’ler, Gestapo’lar, aile içi muhbirlik düzenekleri, yağmalar… Faşizm, iktidarını öyle bir kanırtır ki müritlerinin bile omurgaları kırılır. Faşizmin iktidarı serttir ama her zaman da öyle olması gerekmez. Faşizm, sosyolojik (ya da 1. Sanayileşme’sel) kültürel modun, en sert iktidar görüngüsüdür. Ondan önce bir tek Cengiz Han modu, daha beter görüngüler yaratabilmişti.

İktidarı korumanın yolları temelde sabittir ve bunlar faşizmin tanım alanlarında kalır. Peki, konunun panzehiri olabilir mi? Çok aç kalarak gözü doymak gibi, toplumun en aşağılanan kesimlerinde yaşayan bir seçkin olmak, uzun dönemli bir nefs eğitimi getireceği için, liderlik yetilerine iye ama asla kimsenin kaz çobanı olmaya yanaşmayan bir köksüzlük durumu yaratır: Yönetmeyen ve yönetilemeyen…

(17-18 Ağustos 2001)

YUMUŞAK FAŞİZM

Faşizm hep sert, üstyapısal (yani iktidar seçkinlerince yaratılan), ataerkil (oysa matriyarkal faşizm de var), yayılımcı (sömürgeciler de yayılımcıydı), militarist (komünistler de militaristtir, bakınız Troçki), (sosyal)nasyonalist, ırkçı, post-kapitalist (ama yalnızca onlardan biri ki post-modernist ve post-post-modernist kültürel yapılar da post-kapitalist idiler) bir kültürel durum sayılır.

Faşizm bir ölme sürecidir, kültürün ölümü sürecidir (zihnin ölme süreci delilik, bedenin ölme süreci ölümdür). Tanım kümelerinin dışına taşırılmış bir uygarlığın artık sonsuz yıkıcılaşması demektir. Geçmişte, Cengiz Han’ın yıkımları da, etnik faşizmin bir türüydü. Nasıl ki yukarıda faşizmin temel niteliklerinin bozulabileceği ve yalnızca ona özgü olmadığı örneklenmişse, yumuşak faşizm de benzeri biçimlerde örneklenebilir.

Faşizmin etimolojik kökeni, Roma dönemi kent polislerinin taşıdığı, iple sarılarak birbirine bağlanmış çubukların içine yerleştirilmiş baltadan, ‘fasco’dan gelir. Faşizmin ad babası İtalya faşisti Benito Mussolini’dir. Bugün faşizm denilince, Nazi dönemi Almanya’sı akla gelir ama hiçbir SS (ve Hitler’in kendisi de) kendine ‘faşist’ dememiştir.

Yumuşak faşizmin durum patenti 1975 ABD’si ve kavram patenti ise 1980 Bertram Gross’tur. ‘Dostça Faşizm’ başlıklı bir kitap yazmış ve er geç ABD’nin SSCB’yi yıkacağını (kullanılan sözcükler ‘içermek’ ve ‘soğurmak’) belirtmiştir. ABD, tarihte hiçbir kültürel değer üretmeyen çok nadir vakalardan biridir. Herşeyini önce Avrupa’dan aldı. Şimdilerde Afrika, Asya, nereden ne bulursa yutuyor. Öldürmek yerine, satın almak, çok daha pragmatik bir tavırdır. ABD yalnızca bunu yapıyor.

Yumuşak faşizm, yumuşak psişik manipülasyonlar kullanır, propaganda yerine reklam gibi… İnsanların doyumsuzluklarına ve daha acımasızı, ayırtsızlıklarına seslenir. 20. Yüzyıl’da kültür o denli hızla genişledi ki ortalama bir insan (üniversite mezunu olsa bile) temel kavramların çoğundan bihaber duruma düştü. Burjuva ayırtsızlığını ilk kez Hegel tanımlamış ve bunun tarihsel bilinçsizlikten geldiğini belirtmiştir. Burjuva, güvenli, tekdüze ve sıkıcı yaşamında aldırışsızlığa sürüklenir, bu da onun eliflerle mertekleri ayırdedemesine yol açar. Post-modern dönem, konserve etiketlerini sanat diye kakaladığında, bundan yararlanmıştı.

Yumuşak faşizm, 21. Yüzyıl’a informatik / kognitif gürültü (motivazyon eksikliği) ve bilgi eksilticilik olarak taşındı.

Dipnot: Bu metin, bir giriş-açılım bile değildi.

(11 Ağustos 2001)

FAŞİZMİN GELECEĞİ

Faşizm, 21. Yüzyıl başında da parlak bir gelecek vaad ediyor.

Örneklemeler:

İnformatik-kognitif faşizm: 1950’lerde Soğuk Savaş sırasında, dezenformasyon, propaganda, ajitasyon, provokasyon, halkla ilişkiler, reklamlar yoluyla üretildi. Tüm bunlar; başka adlar altında, savaş hilesi olarak binlerce yıl öncesinde de kullanılıyordu. Kültürde bilginin giderek temel yer alması nedeniyle, son yüzyılda bunlar daha çok öne çıktı.

Yanki faşizmi: ABD, daha kurulmadan faşistti. sağa sola saldırıyordu. Zenci ve kızılderili soykırımıyla tarihin en büyük iki soykırımını yapma becerisini göstermişti.
Tuhaftır, tüm saldırganlığına karşın ABD, ne halefi İngiltere’nin ‘500 yılda 100 savaş’ başarısını yakalayabildi, ne de Osmanlı’nın ‘622 yılda 295 savaş’ dünya rekoruna yaklaşabildi. Ayrıca, en uzun süren ve en geniş ülke rekorlarına da henüz yaklaşabilmiş bile değil. ‘En zengin ülke’ deyimi ise, yalnızca bir yakıştırmadan ibaret.

Yeni AB faşizmi: AB, 2. Dünya Savaşı yıkımı ertesindeki 50 yıllık Soğuk Savaş travmasını atlattı. Şu an 300 milyonluk nüfusu ve 10 trilyonluk ekonomisi ile dünyanın en büyük gücü. Askeri açıdan ABD ile baş eder ama bunu belli bile etmiyor.
AB, nasıl engizisyonu ve iki dünya savaşını  yarattıysa, yeni Haçlı seferlerini ve faşizmleri de yaratacaktır.

İslam engizisyonu / faşizmi: Bugün dünyada şeriatla yönetilmeyen İslam ülkesi yok gibi... Bu da engizisyon demek. Ancak, İslam faşizmi de var. Dinsel emperyalizm, koloniyalizm, vb olarak. Bunu petrol finanse ediyor. Bunu su gereksinimi (ve kıtlık) öldürecek.

Eski Latin Amerika faşizmi: 1970’lerdeki ABD-CİA destekli Latin Amerika faşizmleri durmuş görünse de, kıta içi emperyalizm ve savaş olarak kendini yeni yüzyılda yeniden gösterecek ama eskisi denli büyük kıyımlar umulmaz.
Latin Amerika’nın yeni faşizmi uyuşturucu faşizmi.

Çin faşizmi: Çin dünyanın en eski ülkesi / kültürü. Geleneksel din ve marksizm ile yeterince faşizm yaratagelmiş. Yeni faşizmi, tüm diğer güçlere karşı dünya lideri olmak için olacak.

(26 Ağustos 2002)

PSİŞİK FAŞİZM


Psişik faşizm, adıyla değilse bile içeriğiyle, iki alman yazarın kitaplarında, Alfred Döblin’in ‘Berlin Alexandr Meydanı’nda (Alan Yayınları) ve Günter Grass’ın ‘Teneke Trampet’inde (Cem Yayınları) açıkseçik dile getirilir. Her iki roman da filme çekilmiştir: İlki Reiner Werner Fassbinder, ikincisi Volker Shlöndörff tarafından (her iki film de Türkiye’de vizyona girmiştir)... İlki, 2. Dünya Savaşı öncesinde başlar ve biter. İkincisi, 2. Dünya Savaşı öncesinde başlayıp, bitince biter.

İlkinde, bir işçinin yaşamı çevresinde örülen öykü dizileri boyunca, insanlar sürekli birbirlerine zarar verir ve eziyet ederler ki bunların yanında Hitler’cim sütten çıkmış ak kaşık kalır.

İkincisinde, yükselen faşizm sürecinde büyümeyi reddeden bir çocuğun alegorik öyküsü anlatılır. Savaş biter ve çocuk büyümeye başlar.

Faşizm, genelde toplumsal ölçeklerde / ölçütlerde irdelenir. Bu da onun tepeden inme bir olgu olduğu yanılsamasını çıkarsatır. Oysa, gündelik yaşamda inanların birbirlerine karşıki davranışları da faşizmi üretir. Almanlar, yalnızca Hitler’cikleri istediği için değil, kendileri zevk aldıkları ve madden kar ettikleri için Yahudiler’e eziyet ettiler. Onların mallarına el koydular, tıpkı 6-7 Eylül olayları ertesinde Türkler’in Rumlar’ın mallarına el koymaları gibi ki durumun adaletle düzeltilmesi ancak bu yıl mümkün oldu, o da AB’ye girelim diye...

Psişik faşizm ailede başlar. Zaten Hitler de çocuklara anababalarını gammazlamaları zorunluluğunu getirmişti. Böylelikle, epeyi aile yok oldu. Bizde de, 12 Mart’ta babalar oğullarını işkenceye ve ipe gönderdi.
Ailede genelde yaş ve cinsiyet hiyerarşisine dayalı bir eziyet düzeni gözlenir. Baba anneyi döver, anne çocuklarını, abi kardeşi... Çocukken cinsel tacize uğrayan erkekler büyüyünce oğlancı olurlar.

En tehlikeli psişik faşizm, psikiyatristlerinkidir. Para kazanmak için, insanları hasta ve iyileşmek için kendilerine gereksinim duyan durumda olduklarına inandırırlar. Elektroşok verir, kemoterapiyle beyinlerini öldürürler. Hastalar da uslu birer tüketici olur çıkarlar. Zaten artık psikiyatristler, hastalarına reçetede alışverişe çıkmayı da yazıyorlar.

(1 Eylül 2002)


TARİH BALATAYI SIYIRTIYOR
İşler, insanlar arasında ‘alt takke, ver külah’ hesabında, genelde yürüse de, tarih arabası arada yalpalar. Yalpalar da, önce hafiften hafiften, sonra tümden balatayı sıyırtır. O zaman da fren tutmaz olur. Hitler gelir, Stalin gelir, Türkeş gelir, on darbe gelir, iç savaş gelir, halk isyanı gelir.
Yeni milenyumda 6 milyar kişi balatayı sıyırtmış durumda. ‘68’in ebedi barış ve huzur ülkesi Nepal, 2001’de (başkenti meşhur Katmandu), kraliyet ailesinin  Romanof’vari bir biçimde yok olmasıyla dehşetle sarsıldı. En barışçı dinlerin ülkesi Hindistan’da, 50 yılda 3 Gandi de suikast sonucu öldü. (Dördüncü de siyasete yeni girdi.)
Dünyada uyuşturucu ticaretinin hacmi yılda 600 milyar doları geçmiş durumda. Adam başı 1.000 dolar harcansa, 600 milyon kişi kullanıcı demektir. Bu da global nüfusun % 10’u demektir. Evkadınları, yaşlılar, çocuklar, vb çıkarılınca, gelişmiş ülkelerde aşağı yukarı herkes kullanıcı demektir.
Gündelik yaşamın ilk kültürolojisti Benjamin, 20. Yüzyıl’ın başında kültürel erozyonlar sonucunda; fala, büyüye, burca, medyumlara, hurafelere, insanların giderek daha çok inandığını saptar. Bunu da geçen zamanın yitişine bağlar. İronik olarak, kendisi de 19. Yüzyıl sonu (Fin de Siecle) dönemine ait biri olarak, maziye son bakışta aşıktır. Son günlerde, Türkiye’de de bir UFO salgınıdır gidiyor. Uzaylıların başka işi yokmuş gibi, tezekköy semalarında süzülmesi, gazete manşetlerinden inmiyor.
Türkiye’de kumar, pardon şans oyunları (at yarışı, sayısal loto, milli piyango, vb) cirosu, 2000’de 10 milyar doları geçmişti. Buna bir o kadar da, gayrıresmi ciroları (kahvehane, kazino, altın ve konken günleri,  vb) ekleyin. Türkiye’de 2001 sonunda 25 milyon tane cep telefonu olacakmış. Aynı fiyata bilgisayar da alınabiliyor ama hepi topu bir milyon kişisel bilgisayar var, onların da sahipleri genelde bilgi işlem sektöründe çalışıyor. Geri kalanı oyun makinesi olarak kullanılıyor. Türkiye’de 6 milyonun üzerinde binek arabası var. Bunun maliyeti ile aya metro döşenirdi. Türkiye, lüks mallar ithalatına 30 yılda 500 milyar dolar harcadı. Türkiye’nin 200 milyar dolar borcu var. Türkiye 150 milyar dolarlık silah alacak, 200 milyar dolarlık almış durumda. 20. Yüzyıl’da (iki dünya savaşı haricinde) yüzlerce savaş ve askeri darbe oldu. En az elli bölgede gerilla savaşı sürüyor. NATO’nun 13 askeri senaryosunun 11’inde Türkiye savaşa giriyor. Türkiye son 50 yılda Kore’de, Kıbrıs’ta, Bosna’da, Somali’de, Kosova’da savaşa girdi.
Bu iş nereye dek sürer? Kuşkusuz, yeni bir kültürel denge yakalanıncaya dek… Ne zaman mı? Pek pek 250 yıl sonra…

(5 Haziran 2001)

UYGARLIĞIN KATEGORİZASYONU
Uygarlık nedir?
Toynbee şöyle diyor: ‘Uygarlık’ ile, kendi ülkesinin tarihini anlamaya çalışırken, insanın ulaştığı en küçük tarihsel birimi kastediyorum.
Uygarlık, eski deyişle kültürel altyapıların (mutfak, zanaat, vb) ve üstyapıların (bilim, kültür, sanat) içeriksel ve/ya biçimsel olarak özgün (yalnızca o kültüre özgü) olabilmesidir. Bir binaya baktığınızda, onun ne zaman ve nerede yapılmış olduğunu aşağı yukarı söyleyebilirsiniz, rokoko veya gotiktir diye...
Uygarlıklar, temelde toplumsaldır ama tek kişilik (bireysel) uygarlıklar da olabilir. Bunlar; ayral, marjinal, bohem kültü olarak tanımlanabilirler.
Bir Avrupa uygarlığı sözkonusu mu? 1500-2000 arasında evet ama 2000’den sonra geçmişin kof mirasından başka yaşattıkları hiç bir şey yok.
Bir ABD uygarlığı var mı? Hiç olmadı, yok ve olmayacak da… ABD, kültürel varlığıyla değil, yokluğuyla tanımlı… Bir ülke ki 250 yıllık ardılının üzerine, 250 yılda bir çukurdan başka bir şey koyamamış olsun.
Bir Osmanlı uygarlığı var mıydı? Türk-İslam uygarlığı anlamında evet ama oluşum denli bozunumdu da...
Bir cumhuriyet uygarlığı var mı? 78 yıl için konuşursak, hayır… Olabilecek, olmayabilecek de…
Bir kategori, öğelerinin zaman içinde listelenmesiyle, bir zaman serisi olarak tanımlanabilir.
Örneklenirse, saksafon 1850’de icat edilmiş ve Avrupa müziğinin bir parçası olmuştur. Önceleri, Klasik Müzik’in bir çalgısıyken bugün çokça (20. Yüzyıl başında oluşmuş olan) cazın bir çalgısı konumundadır.
Örneklenirse, rakı değişik rivayetlere göre, 1850’lerden 1870’lere dek değişen bir sürede Türk mutfağına girmiştir. Bugün ise, rakı sofrası dendiğinde sabit bir mezeler dizisi anlıyoruz. Sapmalar da var: Midye dolmasına 10 yıl öncesine kadar (enazından bu denli çok) kırmızı biber konmazdı veya kokoreçin içine eskiden böbrek de konurmuş.
Bir uygarlık, savaş içerir mi? Tümdengelimsel (yani ahlaksal) yanıt: Hayır. Tümdengelimsel  (yani gözlemsel) yanıt: Evet.
Bugüne dek, hemen tüm uygarlıklar ataerkildi. Önümüzdeki yüzyıllarda, dene-yanıl ve yap-boz yöntemiyle, onlarca anaerkil uygarlıklar da kurulacak ve tarih işte o yanılgıların ardından, bulunacak doğru kategorilerle ‘yeni’ başlayacak. Kadın uygarlıklarının savaşı içermeyeceğini söylemek, fazlasıyla safdilliktir veya artniyetliliktir. ‘Kadın şiddeti’ denilen olgu, binyıllardır kültürün parçası durumunda...

(22 Eylül 2001)

HUNTİNGTON vs. FUKUYAMA

1990’da tarih bilmem kaçıncı kez süreksizleştiğinde, kuramcılar mal bulmuş Mağrıbi gibi durumun üzerine atlayıp, olur olmaz savlar üretmişlerdi. Bunlardan iki karşıtlık ekseni yaratanlardan birisi, Huntington-Fukuyama eksenidir. O irdelenecek.
Huntington, geleceğin çatışmalarının uygarlıklar arasında olacağını önesürmüş. İronik olan, çatışmaların veri tabanını doğru saptayıp, yorumlamada ıskalaması…
Fukuyama ise, post-modernist bir onyıl geç kalmışlıkla, 1990’ı liberalizmin sonul ve kürel kazancı olarak tarif eder.
Her ikisinin de temel gafı; 1945-1990 arasında geçerli olan ‘3 Dünya Kuramı’ndaki ilk iki dünyayı görürlükten gelmeleri… 100’ü geçen Bağlantısızlar, 50’yi geçen küsur ülkeler, 1.000’i  geçen ülkesiz halklar, vb, vd onlar için yok: Yani dünyanın üçte ikisi… Bugün de İslam-Hristiyan ve/ya Cihad-Haçlı Seferi ikilemini dayatanlar, kafirlerin bir milyar ve her üçü de olmayanların iki buçuk milyar nüfus ettiğini görmezden geliyorlar. Bir kuram, popülasyonun % 98,5’unu hesaba katmadan normal-geçerli-tümel olamaz.
Her ikisi de, başında da sonunda da Batı yönelimli düşünürler. Fukuyama’nın bir de Rand (denilen CİA bozması şirket) için çalışmış olması tarafsızlığının reddi için, yeter de artar bile…
Fukuyama, kendisi bir Japon olmasına karşın, aşırı yankici bir liberalizmle, 1990 momentinde reel sosyalist karşıtsavın çöküşünü tamtamalrla karşılar. Çöküşün siyasay / ideolojik yanını görmezden gelir.
Şerh: Kissinger-Brzezinski ekseni ise, ekonomi veya kültürün yerine hiç gözünü kırpmadan askeri ekseni koyar. Burada, her ikisini de değillerler ve ironik olarak İkiz Kuleler sonrası fiilen haklı duruma geçerler.
Huntington, tam kör gözüm parmağına ‘demokrasi’ denilen değer yargısını üreten biricik toplumun Batı olduğunu ve bunun korunması gerektiğini savlar. Tüm Müslüman, Budist, vd Hristiyan olmayan sistemleri anti-demokratik ilan eder.
‘Tarihçi’ denilen, çıkarı için gerçekleri saptırmaz.
Tuhaftır, kimse ahlaktan ve gerekliliğinden söz etmiyor ve bunu ima etmek şahin Brzesinski’ye kalıyor.
Gelecekbilimciler köksüzdür… Entellektüellerin entelejensiya olamayacağı gibi…
Dipnot: Buradaki argümantasyon, (Medeniyetler Çatışması, Samuel Huntington ve diğerlerinin makaleleri, derleyen: Murat Yılmaz, Vadi Yayınları, Ekim 2000, 485 sayfa) künyeli kitaba dayandırılmıştır.

(22 Eylül 2001)

TARİHTE KARGAŞA ve DÜZEN
Tarihte düzen nedir? Devletler mi? Yoksa, daha büyük devletler mi? Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti’nden, Anadolu Selçuklu Devleti, Anadolu beyliklerinden daha mı düzenliydi?
Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş, ilerleme (‘yayılma’ mı, yoksa ‘işgal’ mi demek gerek?), duralama, gerileme ve çöküş dönemlerinden söz ederiz. O devlet, bunlardan hangisinde en düzenliydi? Başta mı, ortada mı?
Peki, ya Fetret Devri’ne ne diyeceğiz? Klasik / skolastik anlayış, onu bir kargaşa dönemi olarak kabul ediyor. Ancak; acaba Fetret Devri olmasaydı, İstanbul fethedilebilir miydi?
En düzenli dünya; global devlet, Kavimler Cemiyeti veya Birleşmiş Milletler midir?
Tüm bunların yanıtı, nereden bakıldığına göre değişir. Tarihi tanrı-krallar ya da yönetenler açısından yazdığınızda, sonuç yukarıdakilere benzer. Yönetilenler açısından bakılınca manzara değişir.
Göçer toplumları zoraki iskana tabi tuttuğunuzda, sözel toplumlara okuryazarlığı zorunlu duruma getirdiğinizde, onlar eski düzenlerinden bir kargaşaya geçiş yaşarlar ki bunun en canlı örneği son 40 yılki gecekondulular ve Alamancılar’dır. 1.000 yıllık köylü düzenleri bozulmuş ve onyıllar boyu kalıcı bir düzene dönüşemeden kargaşayı kendi iç yıkım devimselinde sürdüregelmişlerdir.
Keza, SSCB yıkılınca, Çeçenler gibi halklar asıllarına rücu etmişlerdir. Bu, ne gerilemedir, ne de kargaşadır.
Makro ölçekte / ölçütte bakılınca, tarihte en büyük kargaşayı yaratanlar, ‘mahşerin atlıları’ olarak da adlandırılan, salgın hastalık, kıtlık ve savaş olagelmiş. Orta Çağ’da koskoca Avrupa nüfusunun üçte biri 30 yıl gibi kısa bir sürede veba nedeniyle yok olmuştur. 1800’lerde kuraklığın yarattığı kıtlık sonucu, 1 milyon İlandalı açlıktan ölmüş, bir o kadarı da ABD’ye göç etmiştir. Savaşları ise anlatmaya gerek yok. Son 5.000 yılda dünyanın hiçbir yerinde savaş olmayan yalnızca 50 yıl bulunduğu rivayet edilir. Savaş, kan ve gözyaşı demektir.
Kargaşa ve düzeni, ayrıca bir kültürel moddan diğer birine geçiş sırasında da gözleyebiliriz. Oturmuş sınıfsal yapıların çözünmesi, yüzyılların yemek alışkanlıklarının değişmesi gibi durumlar gözlenir. 1. Sanayileşme bunun örneğidir. Zanaatkarlar işsiz kalırken, burjuvazi semirmiştir. Büyük sofraların yerini hızlı gıda (: fast food) almıştır.
Düzeni, öğlerinin sayısı, içeriği ve kompozisyonu belli kategoriler olarak tanımlarsak, kargaşayı onların belli bir yüzdesinin tanımsızlaşması olarak tanımlayabiliriz.
Söylemeye gerek yok: Tarihte yeni bir kargaşa dönemine giriyoruz.
(2 Ekim 2001)

SANAL TARİH

Tarih sanaldır. Aslında hep öyleydi de, yeni ayırdına varmaktayız.

Sanaldır, çünkü tasarımsaldır. Her kültürel mod, geçmişi yeniden tasarlar. Yeni mod geleceği de tasarlıyor ve onu öylece öncülleştiriyor ya da başka bir deyişle bazıları yok-ölü olan birden çok gelecek tasarlayabilmemizi mümkün kılan bir duruma bizi sokuyor.

Sanaldır, çünkü kognitif-informatik bir konudur. ‘Doğal gerçeklik’ diye bir şey olmadığı gibi, ‘doğal tarih’ diye de bir şey yoktur. Şimdilik ‘evrim-tarih-evrimöte’ olarak adlandırabileceğimiz, zamansal olarak iki ucu da açık olan, yani başkalaşabilen bir kategorinin tanımlanması için gereklidir.

Sanaldır, çünkü tıpkı kompleks sayıların ‘irreel’ bölümünü oluşturan ‘i’nin bir öğe olan ‘-1’ sayısına, aslında yalnızca artı sayılara uygulanan kök alma işleminin uygulanması sonucu oluşması gibi, evrime kültürel işlemlerin uygulanmasıyla tarihin oluşmuşluğu durumu vardır. 3 aşkın sayının (e, pi ve i) birada varloduğu denklemin ‘-1’ vermesi gibi, insanın tersinin de kendi olduğunu düşünenler var ki onlar tarihin uzaya açılan evrimöte yoluna bakarkör olanlardır.

Sanaldır, çünkü 19. Yüzyıl mekanik determinizminin tarihe uygulanabilir olmadığını gördük. Yani tarihin başı veya sonu yok. Olmuş olanlar mutlaka olmuş olması gerekenler değil. Raslantısallık, rasgelelik ve şans; tarihin akışında, yani olguların gerçekleşmesinde geçerli olabiliyor. Gelecek kestirilebilir değil, hatta kestirme çabaları, kimi onu daha da bulanıklaştırıyor.

Sanaldır, çünkü söylem ve dil sorunumuz var. Olağan dil, artık tarihi dile getirmede yetersiz. 11 Eylül 2001 ile ilgili olarak, yaşayan en edebiyatçı, siyasetçi, şu bu sayılanların nasıl zırvaladığını gördük. Kimse, Müslümanlar, Hristiyanlar ve Museviler arasındaki din savaşlarının, şu anda yaşamakta olan 1 milyar dinsiz / tanrısız kişinin temel insan haklarının ezilmesine yol açtığını dile getirmek istemiyor.

Sanaldır, çünkü ‘sanal tarih’ de sanaldır. Büyüklüğü sıfıra limitlenen sonsuz sayıdaki sanallığın, yeni bir gerçeklik kategorisi sentezleyeceğini de biliyoruz. Bakınız: 2250 civarı… Ondan ötesi, buanburadan henüz görünmüyor.

(23 Nisan 2002)

TARİH İÇİN ÇEŞİTLEMELER : 1

TARİH İÇİN KOYUTLAR


Tarihin teolojisi ve teleolojisi yoktur; yani insanın varlık nedeni ve varacağı sonul bir bir amaç-durum yoktur. Herhangi bir limit veya asimptot, bir moralite ve teleoloji anlamını taşımaz.
İnsanın aslı / doğası ve sonul bir kültürel modu yoktur; yani ütopyalar fiilen geçersizdir.
Tarih, hiçbir belirginliğin oluşamayacağı bir rasgelelik içinde değildir.
Değişik yerzamanlarda bazı kültürel modlar / sistemler / gelenekler oluşmuştur; toplayıcı-avcı ve/ya avcı-çiftçi gibi…
Herhangi bir mod-kümenin değişik yerzamanlarda değişik öğeleri tanımlanabilir (feodalizmin farklı birimleri/parametreleri gibi), hiçbir öğe birim-asal değildir. Aynı modda, değişik parça-bütün ilintileri tanımlanabilir.
Aynı mod, yatay evrimde başkalaşarak sürebilir; 12.000 yıl önceki Asya-Amerika göçünden sonra oluşmuş, tropikal Amazon bölgesindeki yerlilerin kültürel modları gibi...
Evrim-tarih geçişimleri, kesin-belirgin değildir (® muğlak mantık tanımları). O nedenle, tarihin başlangıcı ve sonu tanımlı değildir.
Herhangi bir kültür modu, yerzamanlar içinde süreksiz tanımlıdır; kırınımlı parçalar ve ardışıklıkta doğrusallığın bozulması gibi…
Yaşanmış bir olay-olgu silinemez değildir; insan öncesi evrim gibi ve tersine silinmiş bir olay-olgu tarih arkeolojisiyle yeniden kurulabilir; ‘Onüçüncü’ Kabile gibi…
Herhangi bir sınırlı-sonlu yerzaman aralığındaki kültürel şematik; hem farklı mod karışımları, hem de anlamsızlık-belirsizlik kayışları taşır; bu nedenle tarih kayıtlarının tamamına yakını, limit sonsuz yinelemeler ve boş anlamlı / anlamsız göstergelerden oluşur.
Herhangi bir toplumdaki / gruptaki ‘N’ kişi, ‘n’ yüzlü polihedronlar olarak tasarlanabilir. Bu yüzler, ‘2-n’ boyutlu görüngülerdir ve ‘n+1’ veya ‘n+a’ boyutlu varlık uzayının / bütününün parçalarıdır. Göründükleri gibi görünmeleri ve oldukları gibi olmaları, raslantıya bağlıdır ve başka bir tanım uzayıyla (yani; diliyle, jargonuyla, terminolojisiyle, kültürüyle), başka alt veya bileşik parametreler / parçalar olarak tanımlanabilirler.
Herhangi bir insansal-kültürel asal-evrensel özellik / nitelik yoktur, yani kültürde / tarihte neden-sonuç ilintisi, makro-tümdengelimsel olarak kurulamaz. Herhangi bir gözlenmiş ortak niteliğin ilk kez ortaya çıkışını, yitişi de izleyebilir; bu, n’inci kez yeniden ortaya çıkışlar ve yeniden yitişler ‘zaman serileri’ yerine, topolojik-kapalı devimseller modeli gerektiğini gösterir. Yatay evrimdeki sonsuz çeşitlilik bunun göstergesidir.

(3 Ocak 1995)

 

 

 

TARİHİN KAVRAMSAL ÇERÇEVELERİ


Aşkın


2000-2250 arasında orta ölçekli eğilimler, tarih için biricik kalacak örneklemeler içerebilir (o nedenle onları gözlemeye şimdiden hazırlanılmalıdır); geçmişteki 1945-1957 (atom bombası ve uzaya çıkış) biricik ikilisi gibi… Gelecekte olacak olan; bir yandan türün yok olmaması güvencesi, diğer yandan ayrılma / başkalaşma çatallanmışlığı (hem uzayda, hem de yeryüzünde), ikili biricikliği de olabilir; sabit nüfus, limit sıfır çalışma saatı, durdurulmuş ve tersindirilmiş (veya temizlenmiş) çevre kirliliği, üçlü biricikliği de… Çatallanma; uzayda sürekli yaşayan, ikinci veya n’inci kuşak, minimum bin kişilik popülasyon ve/ya Yeryüzü’nde arayışın yeni başkalaşımları biçiminde görüngüleşebilir. Hepsi bir önceki kültürel modun (Birinci Sanayileşme’nin) sonul vektör momentleriyle ilintilendirilince, (1500-2000) veya (1750-2250) gibi, beş yüz yıllık büyük ölçekli panoramalar elde edilebilir. Hepsi içiçe geçirilince, devinen bir mantıksal-geometrik tarih modeli kurulabilir; böyle bir ölçekte büyük sayılar kuramı işleyecektir.

İçkin


Elde yüzlerce siyasal, iktisadi, dinsel, ahlaksal norm var. Sözü geçen sürelerde epeyi yenileri de eklenecek; gerçekleştirilmiş sivil toplum modelleri gibi… Tüm bunların geçersizliğine tümevarımla / yaşayarak ulaşan bazı zihinler, içkin arayışlarıyla, yeni çıkış örnekleri yaratacak, onlar da antropomorfik asimilasyona uğrayacak ve uğratılacak. (Örnekse; bugün Kafka çok insanidir ama 1920’lerde gayrıinsaniydi.) Bunlar, ‘kategori içi başkalaşımlar’ demek olacak.

(2 Ağustos 1995)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder